Fatih Sultan Mehmed Han

Fatih Sultan Mehmed Han

üstad

üstad
MUHASEBE Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri! Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri! Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâlide! Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide. Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası? Evet, kafam çatlıyor, gûya ulvî hastalık; Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık. Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem; Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem. Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!! Sen cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos! Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle; Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle... Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç! Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç! İşte bütün meselem, her meselenin başı, Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı! Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden, Daha keskin eliyle, başını ensesinden, Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına; Yerleştirse başını, iki diz kapağına; Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi! Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen, İçimde homurtular, inanma diye gülen... İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe! Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe? Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem! Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem, Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları, Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları; Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim; Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim! Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş! Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş... Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım! Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana; Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana. Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde? Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde! Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak! Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak; Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal. Mavalları bastırdı devrim isimli masal. Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin; Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin! Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta; Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta! Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni! Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni! Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak! Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak? 1947

26 Ocak 2010 Salı


Bu yazımız yönetim sürecinde; kadın yöneticinin olası profilini incelemek üzere kaleme alınmıştır.

Ve daha yazının başında yöneten kadın; sayısını artması dileğimizi belirtelim ki, erkek egemen yönetim sürecinin lalezar'a dönmesini isteğimizi açıklamış olalım.

Yapılan araştırmalar; yönetim dünyasında, üst yönetim kademelerine tırmanan kadınların, erkek yönetici profiline uygun davranışlar sergilediğini göstermektedir. Özellikle otoriter kadın tiplemesi yaygınlaşmaktadır. Güçlü imajı verilmesi diğer birim yöneticileri ve dışalemin böyle algılaması gerektiği gibi yaklaşım tarzı mevcuttur. Duygusallığa yer yoktur, * Demir Leydi olmak zorunda olduğu düşünülmektedir. Aksi sözkonusu olduğunda, kariyer basamaklarını tırmanmak zorlaşmaktadır.

Kadın yönetici doğası gereği; Anaç bir yönetici profiline sahip olmakla birlikte, Cazibesi ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Bu yönüyle, eğitim derecesi ve iş bitirme becerisi gölgelenebilmektedir. Yönetici kadına; yapılan en temel eleştiri rol çatışması içerisinde olduğu yöndedir. Ev dünyasında anne olan, yönetici kadın; İş dünyasında bu rolü sürdürdüğü gözlenmektedir. İşgörenlerin, sorunlarıyla bir bir ilgilenmeye kalkması zaman ve yönetim teamülleri açısından kurum içerisinde zaafiyet olarak değerlendirilmektedir. Başkaca eleştiri noktası da işi yaptırma süreçinde takınmış olduğu tavrı yüzündedir. Erkek yöneten; işleri emir-komuta zincirine uygun olarak yaptırmaktadır. Oysa kadın yöneten rica-komuta etmektedir. Sonuç alma bakımından, erkek yöneten, otorite ile sonuç alabilmekte, kadın yöneten ise bitmeyen işleri kendisi tamamlamak zorunda kalmaktadır. Nasıl olsa işgören: Anaç, kadın yöneticisine uygun bir yalan bulmuştur. Bu da acil bitmesi gereken; raporları yöneten kadın tarafından yapılması demektir.

Mesleki gruplama açısında. eğitim yönetimi süreçinde, STK'lar gibi gönüllü kuruluşlardaki, yöneten kadın, daha başarılı olduğu gözlenmektedir. Anaç ve duygusallığı bu tip organizasyonlarda artı puan olabilmektedir.

Kurtuluş savaşının, kadın liderleri; ''Sultan Ahmet Meydanında halkı galeyana getiren konuşmasıyla Halide Edip; Erzurum da Nene Hatun ve daha ince isimsiz Türk analarıdır. Hepsinin en üstün özelliği anaç ve duygusallığıdır.

Son Söz: kadın yönetenin beyin arkasında saklı tuttuğu, evlendiğim zaman zaten işimden ayrılırım; hem ev hem iş çok zor olur, gibi düşünce kalıblarından vazgeçmeli, Mevlana'ca '' Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol'' yaklaşımı benimsemelidir. Bırak, erkek yöneten erkek gibi yönetsin; sizler kadın yöneten olarak; erkekleri takip etmekten vazgeçin... ''Elinizin hamuruyla erkek işine'' karışın lütfen...

uzaktaki sevgiliye


Neden sevdiğim uzaksın bana
yüreğimden sana bir yol çizdim.
varabilsem,gelebilsem yakınına
sen yine beni duymazdın,dinlemezdin.

lanet ettim atlantik okyanusuna
kalbinde yerim yok bunu sezdim.
haykırsamda sevdamı kulaklarına
sen sevda nedir aşk nedir bilmezdin.

son kez yazıyorum vefasız şimdi sana
ölümün kuytularında çokça gezdim.
ölüm değil cefa çekmek yakındır bana
sen benden değil ben senden vazgeçtim...

24 Ocak 2010 Pazar



ben kimim?
beni bende demeyin ben bende değilim bir ben vardır,beni benden içerü.
bence tamamen olmasada kısmen yanlıştır bu cümle neden mi? kendim için söylüyorum keşke sadace bir ben olsa benden içeri o zaman bilirdim ben neyim kimim. ama atın ayağı öyle değil ben olsam şöyle derdim.
beni bende demeyin ben bende değilim binlerce ben var beni benden içerü.
bir yerde okumuştum necip fazılın bir kitabında yanlış hatırlamıyorsam dahi beyinler bir kaç kez ergenlik çağı yaşar demiş yazar. dahi olduğumu idda etmiyorum ama bende bir kaç kez yaşadım ve şu sıralar yaşıyorum bu hali.bir aile dostumuz öyle diyor bana an geliyor 40 aşındaki adam gibi konuşuyorsun an geliyor 15 yaşındaki çocuktan farkın yok.işte böyle gelgitler yaşıyor beynim kalbim ruhum.
başka biriyse insanın olgunlaşma süreci ölünceye kadar devam eder demişti.kimse tam manasıyla olgunlaşamaz. ozaman bende diyorum bana biraz olgunlaş olgun davran diyenlere sen kendine bak sonsuz bir süreçteyiz ikimizde ve bunun bir ölçütü yok.
birde neymiş askerlik olgunlaştırırmış adamı yok üniversite ufkunu açarmış yok efendim yurtdışı insanın sınırlarını açarmış.hepsi fasa fiso.insan kendi içinde olgunlaşır bence.
yunus ,mevlana,yada diğer erenler böyle mi ermiş oluş sırrına hemen hemen dergahtan çile haneden çıkmamışlar kendi iç dünyalarında şamışlar aşılmaz mesafeleri.
ilahi aşkı yakalmışlar onda kaybolmuşlar enel hak demişler hakla bir olmuşlar.
eki ne olmuş toplum anlamamış bu ermişleri asmışlar nice dervişleri hatta küfürle suçlamışlar Allah dostlarını.
gerçek aşk sahipleri böyle dışlanmış hor görülmüş yaşadığı devirde.mecazi aşkı yaşayanlarada pek farklı muamele edilmemiş deli demişler mecnuna anlamamışlar ferhatı.
ölümünden sonra meşhur olan ressamların tabloları gibi günümüzde değer bulmuş
leylayla mecnun-yunus ve mevlana milyonlar seviyor okuyor şimdi onların hikayesini.
ben kimmiyim işte bendeki binlerden seçmeler bu bendeki benler aslında bendeki haller.yoksa tek bir bünyede yok bir çok kişiliğim.
1. ben oynamak ister küçük çocularla kovalamaca saklambaç ebe olmak ister yakalanmak yada kovalamak ister büyümemiş çocuktur.
2.ben henüz 15 yaşındadır ve bluğ çağına giren bir çocuk saflığındadır şaşkındır.
3.ben hep 17 yaşındadır ve hala o 17 yaşındaki kıza sırılsıklam aşıktır.
4.ben üniversitenin melankolik delikanlısı içine kapanık buhranını yenememiş 1. sınıf öğrencisidir.
5.ben ilk günahnı işlemiş deli gibi pişman sorhoştur.
6.ben alışmıştır ortamlara ma henüz yabancıdır ilk kez bir kızın elini tutmuştur.
7.ben ilk tövbesini etmiş tasavvuf yolunda acemi bir sufidir.
8.ben çalışkan bir öğrenci örnek bir gençtir.
9.ben çalışmaz tembeldir hiç bir ders sınav okul hayat umrunda değildir.
10.ben şımarıktır maymun iştahlıdır herşeye heves eder.
11.ben plan yapar kendini başka şehirlerde hatta başka bir ülkede bulur.
12.ben özgürlükler ülkesinde başıboş sağa sola savrulan yapraktır.
13.ben askerdir sessiz sakin vatanın hastanesini hergün 8 saat bıkmadan bekleyen.
14.ben çavuştur ama askerlerden bile emir kuludur emir vermez söz geçiremez.
15.ben 150 askere diş geçirir hepsiyle kavga etmekten korkmaz.
16.ben 60 yaşında ihtiyar gibidir haber seyrede evden dışarı çıkmaz.
18.ben aşıktır her zaman yine uzaktaki hayalindeki sevgiliye
19.ben kendini tanımlama çabasındadır.
20.ben sıkılmıştır artık herşeyden.
21.ben kendini tanımlama işini bile tamamlayamayan aynı anda birçok şey yapan ama aslında birşey yapamayan geriye kalan binlerce beni anlatmak isteyen ama yarı yolda bu işede virgül koyan ilerde tamamlama iştiyakindeki ben benler bitmez tüm insanlar katip olsa tüm alem seferber olsa beni tarif etmeye ben işte griftler grifti garip çözülemeyen yumak ben ben ben...
asıl beni tanımak isteyen bu amacına ulaşamaz ne yazık ve ne güzel.....

mehmet ali arıcı
ocak 2010
Nevşehir

Sarı Papatya...

Papatyaları özledim
Tabi mevsimi gelecek
Keyfi olacak
Açacak
Asil asil salınacak

Koklarken
İçim açılacak
Ve o etrafa neşe saçacak

Hayal bu ya
Şimdi mevsim kış ya
İnadına
Papatyaları özledim...

Sarı sarı papatyaları
Özledim sarı papatyamı
Ya illâ sarı mı olmalı papatyam
İllâ sarı
Onda gizemin demi saklı...

23 Ocak 2010 Cumartesi

MEHMETÇİK HİTABESİ

MEHMETÇİK HİTABESİ

İstanbul, M.T.TB.'de...

Anadolu yaylasında helezon helezon kıvrılan ne kadar yol varsa, hepsinin birden kolladığı istikâmet, onda... Onda nezâret ufkunun açmadığı, göz önüne ve ayak altına sermediği hiçbir mesele yok...

Millî saadetlerimiz, içtimaî felâketlerimiz, çıkışlı ve inişli târihimiz; evvelce gerçek oluşumuz, yedi iklim dört bucak hükmedişimiz, derken duraklayışımız, kabuk tutuşumuz, sonra bozgundan bozguna yuvarlanışımız, sürünüşümüz, nihayet maymunlaşmamız, olamaz oluşumuz; hâsılı, bir zamanlar mayası Güneşten ruh hamurumuzla, bu hamura musallat kurt, sebep ve netice bakımından hep onda; Mehmetçiğin röntgen camında...

Bana sorarsanız, Orta Asya'dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala söğüte döner, istihale eder. Böylece, kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine dayanmış, mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iç hayatına, ruhuna, sabit mekân içinde hakiki zamanına kavuşur.

İşte Türk'ün, o mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret enerji kaynağının gerçek yaşayışı, yine bana sorarsanız onun, sabit mekânına ve hakikî hayatına, yani ruhuna kavuştuğu ve bozkurdun söğüt ağacına inkılâp ettiği andan başlar.

Söğüdün yaprağı narindir narin,
İçerim yanıyor dışarım serin...

Söğüt, Anadolu hassasiyetinin gelin edalı remzi... Anadolu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, helâllaşır, vedalaşır, kavuşur, halleşir, çabalaşır, hayat sürer.

Bozkurt bir (mit)tir. Bir efsane! Söğüt remzi altındaki Anadolu ise çarpıcı ve yakıcı bir realitedir, bir vakıa... Ve işte Bozkurt (mit)inin söğüt ağacı realitesine kavuştuğu andan başlayaraktır ki, Türk anaları, Mehmetçiklere gebedir.

Felsefede mekân denince madde, zaman denilince de ruh anlaşıldığına göre, Türkte ve onun temel keyfiyet unsuru olan Mehmetçik'de bu varlık şartlarının ikisini birden şahıslandıralım.

Mekân, Anadolu... Zaman, İslâmiyet...

Böylece yeni bir kıyas ölçüsüne kavuşuyor ve Mehmetçik vesilesiyle bir kere daha anlıyoruz ki, Peygamberler Peygamberinden evvel Mehmetçik mevcut olmadığına göre Türk'ün temel keyfiyet unsuru da Müslümanlıktan sonradır, ve işte bizim milliyetçiliğimizdeki dayanak noktası budur:

Ruhunu İslâmiyetten alan Türk... Ve bu Türk'ün Türkçülüğü...

Artık Mehmetçiği, o hiçbir formüle sığmaz harika insanı, bu temel ölçüye göre kendi kendisine çerçevelenmiş görebiliriz.

Şöyle:

Mehmetçik, Türk'ün, ruhunu İslâm nuruyla dolduruşundan sonra, İslâm potasında eriyerek İslâm kalıbına döküp bülurlaşarak darphâneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü, ferdiyet üstü millî ve içtimaî vâhid... Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vahide, Türkten başka mâlik, bu cihanda ikinci bir millet yok... Türklük mâdeninin kısır üstü ve bozucu bütün fizik ve kimyevî tesirlere mukavemetli aslî ve kurtarıcı vahidi Mehmetçik...

Mehmetçik, Allah indinde, halis kahramanlara mahsus din ve milletten fânilik; namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da, şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip... Nemrutlar ve Firavunların altın tahtırevanları, Roma zafer alaylarının sırma sorguçlu süt beyaz dört atlı arabaları ve bugünün tırtıl tekerlekli çelik koltukları onu azizleştirmekten âcizdir. Aksine, o, tahtırevanı taşıyan köle, zafer arabasını çeken beygir, çelik koltuğun da tekerleği yerinde gizlenmeyi tercih eder. Seciyesinin en mahrem ve ince çizgisi, Mehmetçiğin, işte bu hâlinde... Zira, onun beygir sıfatiyle çektiği zafer arabasında oturanlar, ekseriyetle öndeki mânanın hırsızları, 24 saatlik fâni zaman kadrosunun açıkgözleri, âdi sahtekârlarıdır.

Oysa, düne kadar palaspareler içinde, yağmur ve kar altında, barut yerine tüfeğine toprak doldurarak savaşmaktan, bir tek kuru zeytin tanesiyle bütün bir gün nefsini köreltmekle herşeye katlanır, fakat küçük açıkgöz ve mâna dolandırıcısı olmaya tenezzül etmez.

Onu zafer arabasına bindirmek gerekseydi, eline kamçı diye yıldırımı vermek, arabasına at diye kasırgaları koşmak, başına taç diye en parlak yıldızı oturtmak, iki yanına da poh-pohcu diye sahte kahramanları dizmek icabederdi.

Nitekim, yaratılışından ve doğuşundan alnı kıpkırmızı n tülbentle sarılı gerçek şehit tipi Mehmetçik, yerde sürünürken, gökte o saltanatı sürüyor.

Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endaze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır.

Ne mutlu Türk Milletine!..

Ne bakımdan?

Allah Resulünün mukaddes hâs ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygıdan ötürü hafif bir değişikliğe uğratıp "Mehmed" yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffeti gösteren duygu inceliği bakımından...

Bu bakımdan ne mutlu Türk Milletine!..

İşte Mehmetçik, kâinatın sahiplik imzası olan o isme, şefkat edalı bir ufaltma eki ilâve edilerek bulunmuş o mübarek klişedir ki, iç hayatını Allah Resulünün ruhâniyetinden devşirici bir milletin, fert üstü namsız ve nişansız her vahidine püskürtülmüş nur zerresini pırıldatıyor. Türk'ün temel varlığı olan Mehmetçik hüviyetini, herşeyini o nur zerresinden; ve o nur zerresine tecellî mihrakı olma ehliyetinden alıyor.

Mehmetçik hangi ordunun, tümen, alay, tabur ve bölük, hangi basamağına bağlı olursa olsun; vilayet, kaza, nahiye ve köy; hangi coğrafya alâkasının sahibi bulunursa bulunsun, doğrudan doğruya Allah Resulünün has ismine ve has ruhuna perçinli olmanın, halk içinde gizli ve müşterek, büyük hüviyetidir.

O, bu dünyada, bir Yunus Emre kalıbı içinde ölmemişken ölenlerden; bir kâfir kurşunuyla ve gerçek şehit sıfatıyla gittiği öbür dünyada da ölmüşken ölmeyenlerdendir. Bütün bunlar da "Mehmetçik" isminin belirttiği ana kaynaktan... Peygamberinin ismini ondan aldığınız ve meselâ adını Oğuzcuk, Uygurcuk, Sungurcuk yaptığınız anda delinmiş bir (oksijen) tüpü gibi herşey ondan uçup gider.

Burada bir noktaya dikkat etmemek elden gelmiyor:

Kaynağımızı kurutmak gayesini güden hain zümreler Mehmetçiğin aslî sıfatı olan şehitlik mefhumunu kendi trafik kazalarına verecek kadar istismarcılıkta ileriye gidiyor. Ve kendi devrim lügatçelerinde herhangi bir azizleştirme mânasına karşılık bulamıyor da, sonra utanmadan, renklerini ve pırıltılarını arakladığı bir mânanın menbâını mahkûm etmeye kalkıyor. Ne sefil lüpçülük, ne fecî tezat ve ne aşağılık seviye.

Mehmetçiği, hep mim harfli sıfatlarla ifade edelim-çevresinde mesut cemiyet, tepesinde memur Devlet ve ayağı altında mamur vatan bulunduğu yükseliş çığrımızda asıl farikasiyle belirmiş göremeyiz. Yani şevket ve haşmet devrimizde Mehmetçik, o haşmet ve şevket denizi içinde erimiş, ona karışmış ve öz cevherini açığa vurucu içtimaî çöküntü ve tezatlardan uzak kalmış olarak peçelenmiş vaziyette... O çığırda Mehmetçik, sağlam devlet binasının muhkem temelidir; ve her temel gibi toprağın altında ve gizlidir. Asıl Mehmetçik -yine mim harfli sıfatlarla- çevresinde mazlum cemiyet, tepesinde mahkûm devlet ve ayağının altında mağlup vatan bulunduğu alçalış devrimizdedir ki, olanca mukavemet ve karşı koyma seciyesiyle ortaya çıkar. Büyük bir zelzele olmuş, bina parça parça yıkılmış, toprak çatlamış; ve temel son mukavemet unsuru olarak, meydana çıkmıştır.

Mehmetçik, Türk'ün bozgun devrinde ortaya çıkan, toplumun iç bünyesinde gizli millî mukavemet ve her şeye rağmen karşı koyma unsurudur, bu mânanın hüviyetidir ve bu mâna yüzüsuyu hürmetinedir ki, hudutsuz azizdir.

Evet, Mehmetçiğin bütün çizgileri ve renkleri ile ortaya çıkışı, binayı kurtarmaya memur temel olarak, her gayret ve hamlenin kendisine düştüğü koca vatanın kendi başı üzeri-yıkıldığı bozgun çığırımızda...

Ey gaziler yol göründü yine garip serime...

Buradaki yol, çâredir. Bu hengâmede onun tablosu:

Kışlanın önünde redif sesi var;
Bir çift kundurayla bir de fesi var.

Demek ki Mehmetçiğin asıl farikası, insanüstü fedakârlık ve kendinden veriş... Nefsinden başkası için olmak... Dini için, milleti için... Vücut hikmeti ve memuriyeti bu... Bir zamanlar:

Ya devlet başa
Ya kuzgun leşe..

Düsturunun temsilcisi Mehmetçik, sonraları:

Devletin malı deniz
Yemeyen domuz...

Anlayışının çürütmeye başladığı cemiyette, onu dış toslamalara karşı koruyacak son kalıntı, son saffet artığı, baştan ayağa hasta bir uzviyette sağlam kalabilmiş biricik kalp nahiyesidir. Beyin hasta, ciğer yaralı, mide delik deşik, böbrek cerahat çanağı, damar mikrop kanalı, fakat kalp sapasağlam...

Her ülkede vecd ve aşkı çürüyen İslâmın en taze ve en keskin davranışla kılıcını asırlarca elinde tutan bir millet, tarihî kaderi bakımından ilahî hikmet icabı elbette maraza karşı koyacak ve kendisini ensesinden kavrayıp ayakta tutacak bir bünye harikasına, ölümsüzlük sırrına mazhar ve mâlik olmalıydı.

Oldu. Bu Mehmetçiktir.

Ne kadar tekrarlasak azdır ki:

Ben Yunus-u biçareyim;
Baştan ayağa yareyim.

Diyen büyük Anadolu çocuğunun belirtisi ile, topuğumuzdan tepemize kadar cüzzam yaralarına battığımız demlerde Mehmetçik, işte her defa bizi kurtaran, apaçık ölümlere karşı koyan, bize hayat hakkımızı iade eden, fakat her defasında bu hakkı kullanamadığımıza, hak edemediğimize şahit olan, bünye harikası ve ölümsüzlük sırrı diye ifadelendirdiğimiz millî hassanın ta kendisidir. Onun içindir ki, Mehmetçiği ihtilâl ve ihtilâç yatağı bir bünyede, felâket organları bir tarafta ve kendisi bir tarafta, en yırtıcı, paralayıcı tezat tablosunu çizen apayrı bir hüviyet olarak tanımaya mecburuz. Ve işte onun içindir ki, Mehmetçiği, Kanunî Sultan Süleyman'a kadar süren taarruz ve fetih devrimizde değil, Kara Mustafa'dan başlayan bozgun ve müdafaa çığırımızda kendisini göstermiş buluyoruz.

Ondaki sadakat, ondaki itaat, ondaki tevekkül, ondaki tahammül, ondaki cefakârlık, ondaki fedakârlık, ondaki nefs istihkarı, ondaki Allah iftikârı, hiçbir zaman ve mekânda, hiçbir milletin fert vahidine nasip olmadı.

Öyle ki, bu vatanı kurtarırken de, batırırken de, başta sadakat ve itaat olmak üzere hep Mehmetçikteki ruh mâdenleri işletilmiş, sırasında ulvîce semerelendirilmiş, sırasında habisçe istismar edilmiş; ve Allah'ın Türk Milletine bu muazzam emaneti üzerine tiril tiril titreme ve onu değerlendirme şuuru hiçbir devrede kafalara yerleşememiştir. Eskiden adı (Etrâk-ı bîidrâk) idi; şimdi ve daha fenası kimsenin sahip çıkmadığı ve mânası hergün biraz daha körleştirilen cisimsiz bir isim.

Samanyoluna kadar bütün yıldızları sermaye diye kullanan bir kumarbaz olsaydı, gökte yıldız bırakmazdı da, Mehmetçiği siyasî kumar oyunlarında harcayanlar sarf ede ede bitiremediler. Birinci Dünya Harbinde, Erzurum'da, nakıs 30 derece hararette, Allahuekber dağının bir eteğinden kolordu çapında bir toplulukla tırmandırılan Mehmetçik, öbür eteğinden, düşmanla çarpışmaksızın manga kadrosuna düşmüş olarak inerken, kendi ezelî teslimiyet ve itaat vasfının kaatilce istismar cinayetini, ne hazin arzeder. Tek kurşun atmadan ve yemeden, soğuğa yedirilen bir kolordu... Beri tarafta sıcağa, şurada açlığa, burada hastalığa...

Yedi düvele karşı koruduğu Fatih'in İstanbul'unda ve Çanakkale'de Mehmetçik, o kilit noktasının kıymet ve ehemmıyetini kendi kendisine sezmiş; ve sadece intihar emri vermeyecek bir sevk-i idareye mazhar olduğu içindir ki, işi fert fert harikalar planına dökebilmiş; ve düşman mermilerini kaburga kemiği arasında yakalamaktan, sırtında 120 kiloluk gülleleri taşımaya kadar göstermediği fevkalâdelik bırakmamış ve nihayet Çanakkale'de istif halindeki kuduz Dünya emperyalizmasını, tüfeğini dizinde kırarak suya atılıp kaçmaya mecbur etmiştir.

Bu netice, hesap, tahmin, plan ve kumanda dışıdır ve onu gerçekleştiren sadece Mehmetçiktir. O, yalnız cevherini bozmayacak çapta da olsa hakikî kumandanını bulduğu zaman, Plevne'de, Rus Çarına, kılıcını belinden çıkartıp, kendine esir kumandanın beline taktırır. O cevhere bağlı bir devlet reisine nail olunca da (ikinci Abdülhamid Hânı kastediyorum) Yunanlı yine bugünkü gibi sefil palikaryalığını gösterir göstermez, önde şehit kumandan Abdülezel Paşa, Selanik'teki tek bir ordu ile bir sıçrayışta soluğu Atina kapılarında alır.

Avrupalı, büyük bir askerî muharrir diyor ki: "Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında, Türk ordusunun taarruzu başlar..." Hesap ve mantık budalası Avrupalının çenesini bir karış düşüren bu görüşteki akıl almaz mâna, Mehmetçiği ve ondaki sonsuz teslimiyet ruhunu ne güzel canlandırıyor.

Nihayet, Birinci Dünya Harbi sonunda, morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adamı bir şahlanışta hayata iade eden Türk'ün var olma iradesini şahıslandıran, emperyalizma uşağı (megalo idea) maskaralarını sımsıkı kuşatıp boğan ve bücür atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesini hilâline kavuşturan kudret, Mehmetçikten başka kim olabilir?

Alçalış devrimizin meydana çıkardığı Mehmetçik, öz Anadolu ve Anadoluluğun tecessüm etmiş ruhudur. Bu ruhun da bütün o devir boyunca nasibi, sonsuz bir gurbet acısı ve sıla iştiyakı...

Mehmetçik, öz vatanı içinde vatanını aramakta; ve her dayanağını kaybetmiş ve gittikçe daralmaya başlamış eski fütuhat ufuklarını beklemek mahkumiyeti altında en korkunç ruh acısı olan yıpratıcı bir hayretle eşya ve hâdiselere, kendisinin kim, ne ve neye memur olduğunu sormaktadır. Bu hayret ve dehşet Mehmetçik'te o kadar büyüktür ki, güneşli havayı duman diye görmekte ve sükûtu figan diye dinlemektedir.

Havada bulut yok;
Duman nedendir?
Mahiede ölü yok,
Figan nedendir?
Adı Yemendir.
Gülü çemendir;
Giden gelmezmiş
Acep nedendir?

Başını taştan taşa vuran ve bir türlü düzlüğe çıkamayan cemiyetin yeni bir macerası karşısında hitap ve davet daima kendisinedir; ve Mehmetçik, bu cemiyetin üstündeki irâde ve idare katından hiçbir kuvvet almadığı halde yaşadığı bodrum katından her defa ve tek başına onu kurtarmaya, ona feda olmaya hazırdır. Böylelikle, Mehmetçiğin, önüne ve yanına bozgundan beri, nerden başlayıp nerede duracağı ve ne tarafa döneceği meçhul, üzerinde hiçlik rüzgârı esen bir yoldan, kıvrım kıvrım gayesiz yollardan başka bir şey çıkarılamamıştır.

Anadolu nasibinin en güzel ifadesi olan meşhur türküyü yine hatırlatalım:

Ey gaziler yol göründü yine garip serime...

Asırlarca, içerden dışarıya doğru süren bir göç halinde, insanı öz vatanından öksüz bırakıcı, bu ne acı muhacirlik!..

Şimdi dikkat:

Mehmetçik, dışardan içeriye doğru bazı muhacirlerin bu vatana sahip çıkması için târihimizin, içerden dışarıya doğru ebedî muhaciridir.

Öz vatanında muhacirlik...

Biz, Türk'ün ruh köküne sarılanların ve onun hakkını savunanların hâli de bu değil mi?

Şair şu kadar yıl evvel söylemiş:

Vatan-cüdâ değilim fakat firakiyle,
Muhacirâne gezer, ağlarım diyarımda...

Muhacirliğimiz, asıl göçmen ve yanaşmanın kim, gerçek sahip ve mirasçısının da kim olduğunu çerçeveleyecek bir şafak vakti sona erecektir.

Mehmetçiği bu muhacirlikten kurtarmak ve eski çağlarda olduğu gibi muhteşem bir aksiyona bağlamak için, her-şeyden evvel, Türk cemiyetinde, idareci zümre ile halk, beyinle kalp arasındaki tezadı ortadan kaldırmak lâzımdır. Bunun için de, asker ve sivil örneği ile Mehmetçiği keşfetmek ve ona güdücülerini keşfettirmek lâzım...

Bizim için keşfedilmemiş madde ve mânâ, ne şimal, ne cenup kutbunda; sadece Anadolu'da ve kendi öz cebimizde açılan delikten kaymış olarak ceket astarımızın dibinde.. (Ceplerde kaybolmuş güneş) benzetişimiz malûmdur. Mehmetçik de bu kapının şahıslanmış misâli...

Mehmetçiğin, kâh Yemen, kâh Fizan, kâh Arnavutluk, ebedî göçü onun en büyük hamlesi olan Millî Kurtuluş hareketinden sonra durmuş; fakat onu keşfetme, ruhunu besleme ve maddesini verimlendirme şuuru bir türlü, kafalara uğrayamamıştır. Aksine, kısır üstü bozucu ve çürütücü cereyanlar, alt tabakalara kadar işleyerek, Anadolu köylüsünü eski ruh ve ahlâkından uzaklaştıracak hâle kadar gelmiştir. Bereket ki, Mehmetçik, o ebedî mukavemet ve karşı koyma seciyesi, düşmana dayandığı gibi, kendilerine aydın süsü veren köksüzlük ajanlarının aşılarına da dayanmaktadır.

Fakat gözümüzü dört açalım ve dikkat edelim: Mehmetçik, Türk'ün ruh köküne düşman bu iç ajanlar karşısında, târih boyunca ve bugün, Moskofun karşısındaki vaziyetinden daha tehlikeli durumda bulunuyor. Harplerin, kıtlıkların, hastalıkların, kötü sevk-i idarelerin yiyemediği Mehmetçiği, eğer biz onları daha evvel yiyemeyecek olursak, bu iç ajanlar yiyebilir. Amma kimsenin şüphesi olmasın; onları yiyecek, dişlerimiz arasında parçalayacak ve yurt dışına tükürecek olan bir nesil doğmakta...

Mehmetçiğin şahsında bütün Anadolu'yu kuşatan problem, evvela tam bir bilgisizlik ve anlayışsızlıktan doğuyor. Başta Mehmetçikteki ruhun düşmanları, kimse onu tanımıyor ve ne tarafa itilirse oraya giden ahmak bir âlet farz ediyor. Herşeyden evvel Anadolu ve Mehmetçik ruhunun, bir gergef gibi nakış nakış meydana çıkarılması...

Size Tohum isimli eski bir piyesimden birkaç satır okuyayım:

"YOLCU - Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?

FERHAT BEY - Biz bu ruhu tanımıyoruz! Çünkü bu ruh, dal-budak salmış bir ağaç gibi, göz önünde fışkıran haki-katlardan değil... En derin ve en gizli hakikatlardan... Hakikat tutulmak istendikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi...

YOLCU-Tohum....

FERHAT BEY - Herşeyin özü ve sırrı ruhtadır. Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar, nasıl sever, nasıl co-Şar, nasıl parlar, nasıl patlar, nasıl yetişir, nasıl susar, nasıl dü-Şünür, nasıl gider, nasıl dönmez, nasıl ölür, biliyor muyuz. Biz ruhun maddesini bina edebilseydik, bu tohumun ağacını yetiştirebilseydik, şimdi..."

Piyesten aldığımız satırlar bitti. Demek ki, lütfen sözlerini dinlediğiniz fikir ve kalem adamı, Anadolu ve Anadoluculuk dâvasını ve ona bağlı Mehmetçik tezini tam 30 yıl evvelki bir eserinde ortaya atmış...

Mehmetçiği, kardeşleri Ahmetler, Aliler, Osmanlarla beraber, Ayşesi, Fatması, Eminesiyle, her köyün, şehadet parmağı gibi göğe yükselen müdir fikri narin minare etrafında en ileri hayata kavuşturmak... Devletini ona ve onu devletine inandırmak... Hamle budur, hareket budur, plan budur, inkılâp budur! Bu da ancak, onun ruhunu üst kattaki güdücülerine, güdücülerini de onun ruhuna bağlamakla olur ki, böyle bir dâva, bugün, gerçek ilerinin geri ve hâlis gerinin ileri sanıldığı bu tepetaklak mânalar dünyasında Tekinler, Çetinler, Vurallar, Gökseller, Ayseller âleminde, deli saçmasından farksızdır.

Ancak...

Bütün memleketi böyle delilerin doldurduğu bir tımarhane haline getirdiğimiz gün bu ideal gerçekleşecektir. Nerede o divaneler.. Onlara muhtacız! O ne güzel delilik ve ne büyük ideal!..

Mehmetçiğin tarafımızdan anlaşıldığı ve bizim onca anlaşıldığımız gün bütün muvazeneler yerli yerine oturmuş olacaktır.

Eski Yunanlıların (Epigram) dedikleri kitabe şairlerinden biri, barbarlara karşı (Termopil) boğazında can veren bir avuç Yunan delikanlısı için, dünyanın en sâde, fakat en muhteşem kitabesi olan şu satırları yazmıştı:

"Yolcu! Git de yurdunda her evin kapısını yıkarcasına çal ve haber ver ki, beni ve kavmimin nereden geldiğini anladıkları gün her şeyi anlamış ve kurtarmış olacaklardır."

Paris'te bütün resmî törenler Birinci Dünya Harbi Başkumandanının değil, meçhul asker âbidesinin etrafında halkalanır. Orada, muhteşem bir zafer takının altında, gece gündüz parıldayan mavi bir alevin işaretlediği, yere kapalı bir levha-

Şu yazı vardır; kelimesi kelimesine ve satır satır tercüme ediyorum: Burada Yatıyor.

Meçhul Fransız askeri Ki öldü, Vatanı için...

Bizim memlekette ise bozkırlara şu levhayı asmak yakışık alır:

Burada
Şehirden köye kadar
Sun ve mânası çözülmemiş
Vatan kurtarıcısı Mehmetçiğin
Hıçkıran ruhu esiyor.

İslâmın, Türk ruhuna inen kızgın bir mühür gibi dağladığı ve kalıplaştırdığı, sonra kafa kâğıtları halinde basa basa çoğalttığı ve modelleştirdiği, gerçek milliyetçilik dâvasının protoplâzma şahsiyeti Mehmetçiğe selâm olsun!..

(Anglo - saksonların) sunî imâli (Coni), bütün bir cemiyetin tek hizmet unsuru üzerindeki cömert itina ve alâkasından, cepleri sterlin, dolar ve çikolata dolu bir örnek ifadesidir de, nice devirlerde kaydının terkini bir at nalından daha ucuz olan Mehmetçik, aç ve çıplak, cemiyetinin bütün yükünü omuzlarında taşıyıcı dasitanî bir fedakârlık nümûnesidir.

Ona selâm olsun!..

Şimdi, onu biraz evvel işaret ettiğim gibi, ölüp de ölmeyenlerin gerçek hayatı içinde, yaratılışta ve doğuşta üzerine sinmiş şehit hüviyetinde, arkama geçmiş ve omuzlarıma abanmış hissediyorum. Mezardan fırlamış, kefenini paralamış, Tortum şelâlesinden daha bereketli, sonsuz enerji kaynağı, kan fışkıran yarasını açmış, saçları diken ve gözleri şimşek, size bakıyor. Dikkatle, madde üstü bir dikkatle bakarsanız siz de görürsünüz.

Ve dudakları kıpırdıyor:

"- Ne yaparsanız yapın; benim hakikatıma kıymayın! Benim hakikatimi koruyun!"

Bütün dâva şimdi fikir Mehmetçiklerini yetiştirmekte ve onların büyük meydan muharebesini hazırlamakta...

Mehmetçik isminin kaynağı olan mukaddes ruhaniyet, rehberimiz ve koruyucumuzdur.

(Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, 8. Baskı / s. 131-144)

22 Ocak 2010 Cuma

NFK

ÇALIŞMAK

Tanrıkulu, bugün çok başka... Her zaman merkezinde olduğu İç âleme, bugün dış görünüşİyle de kendini vermiş... Dalgın ve baygın bir hâl içinde... Dünyanın en güzel parmaklarını taşıyan eliyle, iskemlesinin üstünde tempo tutarak mırıldanıyor:

- Bir örümcek ağı gördüm. Neyle neyin arasında bilsen!.. Barsakları çürümüş bir asma saatin aptal aptal sarkan rakkasiyle, altındaki masada, güya şaha kalkmış, tozlu bir geyik heykelinin boynuzları arasında...

Ve ürpererek düşündüm:

- Hayat, her sahada ve tek nokta etrafında ebedî bir hareket... Tek nokta etrafında... İlâhî hakikat merkezi bu nokta... Her şey. amma her şey, maddî ve manevî her şey, bu nokta etrafında ezelî memuriyetinin deveran cümbüşünü yaşamakta...

Her şey dönüyor.

Gökler gidip gelir, yıldızlar gidip gelir, dünya gidip gelir, dünya yüzünde her şey gidip gelir, vücudumuzda kanımız ve zerrelerimiz gidip gelirken, nisbî tezahür çerçevelerinde hareketsizlik ifade eden her manzaraya, Allah, ne müthiş bir tenkitçi ve takipçi musallat etmiş:

Örümcek...

Harekete yataklık eden zamanın esrar dolu ahengini saymıya memur bir âlet, rakkas... Tek ân içine teksif edilmek istenmiş bir çeviklik timsali, geyik heykeli... İkisi arasında bu ne ince, ne harikulade iş ve işçilik!.. Bir iş ve işçilik ki, herhangi bir faaliyet ve memuriyetten düşmenin ayıbını, misilsiz bir kesafet uslûbiyle vecizelendiriyor.

Oğlum, benim! Allahın bir örümceğe biçtiği vazife payını ve titizliğini gör ve düşün! Bakalım, vazifelerin, payda ve titizlikte en üstünü olarak onu görmiyenleri, yine onun ilmine havale etmekten başka çare bulabilecek misin?

Tanrıkulu bugün, ne harikulade!.. Hep aynı mihrak etrafında bu kadar tenevvü zenginliği, aynı şahsiyet iklimi içinde bu kadar değişik hava hiç görmedim. Konuşuyor:

- Nerede ki, kımıldama, davranma, el atma, meydana çıkma yoktur; nerede ki, gevşeme, uyuşma, çürüme, kaybolma vardır; orada örümcek hazır...

Fatih Sultan Mehmed, yenilerin yenisi ve tazelerin tazesi bir dâva heykeli tavriyle, gevşemiş, uyuşmuş, çürümüş ve kaybolmuş (Bizans)ın eşiğinde ne gördü?

Mırıldandığı son cümleyi biliyoruz:

"Kayserin sarayında örümcek perdedâr olmuş!"

Yıkılan kaç medeniyet şekli tanıyorsanız, kalblerinin içindeki saat rakkasiyle, adalelerinin altındaki geyik heykelinin boynuzları arasında, nihayet örümceklere yol verdiklerine inanınız!

Aşk ve imân olmıyan yerde hamle ve hareket olur mu?

Ateşi gül bahçesine çeviren ayağı, denizi iki saf asker gibi açan asayı, ölüyü dirilten nefesi ve kameri ikiye bölen parmağı düşünün! Ve bunların ucundaki hamle ve hareket şimşeklerini!...

Artık Nemrud istediği kadar okdanlığına sarılsın, Firavun sakalını yolsun, Kayser harmanisine sığınsın; ve Şah uçan kavuğuna yapışsın! Onlar, okdanlık, sakal, harmani ve kavuk değil, birer örümcek yuvasıdır.

Tarihin yapraklarını, bir taraftan şimşekler, bir taraftan örümcekler çeviriyor.

Ve Tanrıkulu konuşurken ruhunda sular şırıldıyor, teller ihtizaz ediyor, madenler ürperiyor; mânânın musikisi kadrolaşıyor. Ve o, hep konuşuyor:

- Ulvî anlayışın gözünde, pislik, hareketsizliktir. Akan su, işte bunun için pislik tutmaz. Bütün bir mevsim boyu kapalı evin küpünde unutulmuş su, kabir azabı yaşıyan ölüden daha müthiş kokmaz mı?

örümcek, işte bu kokunun misilsiz haber alıcısı... Saat rakkasiyle geyik heykeli arasındaki örümcek ağı, gözümün önüne daha ne tenasübler seriyor, ne tenasübler:

İki makine dişlisinin arasında örümcek ağı...

Gemi ve şamandıra arasında örümcek ağı...

Ellerle yürekler arasında örümcek ağı...

Takvimlerle senetler arasında örümcek ağı...

Ruhuma yıldırım gibi inen bir seziş, bütün bunların madde üzerinde hayâlinden, bana, maddeyi aşan bir mânâ çıkartıyor:

Nitekim, sedirine uzanmış, nefsine mühletin en cömerdini bahşetmiş, her gün, "yarın!" diye niyet edip "bu gün!" diye yaşıyan şu mütefekkir bozuntusu, istediği kadar sigarasını tüttürsün!.. Sigarasının dumanları, sımsıkı örümcek ağlariyle onun kaskatı yüreğine perçinlidır. Zahirde ben onun, sigara dumanında bile bir hareket bulunduğuna İnanmıyorum.

Ve görüyorum ki, bu âlemde mutlak mânâsiyle çalışmamak yok... Kim ve ne, çalışmazsa, onun yerine örümcek çalışıyor.

Bir ân duvara baktı:

- Bak, bak; tavandan aşağıya doğru, ağzından sızan iplik üzerinde bir örümcek kendisini koyuveriyor! Bak, üstünde "Kuran" duran rafa inmek istiyor sanki... Allahın emrini hatırlıyor musun? Herkes çalıştığı nisbette payını alacaktır. Aman çalış, aman çalış ve örümceğe çalışma payı bırakma!..

(1946)

20 Ocak 2010 Çarşamba


TAKVİMDEKİ DENİZ

Ölüm ve Üstad... Ölümün Üstad'ın şiirindeki yeri o kadar büyüktür ki, Çile başyapıtının bir bölümü ölüme ayrılmıştır. Tabi bu, ölümün sadece bu bölümdeki şiirlerle sınırlı kaldığı anlamına gelmiyor, çünkü Üstad neredeyse her şiirinde umut ve ölümü ustalıkla bir arada barındırmayı bilmiştir. Belki de Çile'yi okuyan insanlar üzerinde küçük bir anket çalışması yapılsa ve aklınızda en çok kalan şeyi tek kelimeyle ifade eder misiniz diye sorulsa, verilecek cevaplarda en fazla ölüm mefhumu yer alır. Üstad ve ölüm mefhumu öyle bütünleşmiştir ki, Üstad’ın ölüme bakışı bir çok makaleye hatta kitaba konu olmuştur. ( Necip Nazıl şiirinde ölüm senfonisi-Ekrem SAĞIROĞLU ) Üstad’ın iç dünyasının yansıması olan şiirleri okunduğu zaman, birçok şiirin ortak özelliğinin ölüme duyulan özlem ve mutlak huzur için terk-i dünyanın şart olduğu görülür.

"An oluyor bir garip duyguya varıyorum,
Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?.."
diyen Üstad bu garip duygudan kurtulmasının panzehirini de şöyle dile getirmektedir:

"Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var"

Üstad'ın ölüm konusundaki görüşleri ciltler dolduracak kadar inceleme ve araştırmalarla ele alınabilecek değerdedir. Ama Üstad Takvimdeki deniz şiirinde ölümle ilgili düşüncelerini öyle güzel özetlemiş ki, aslında hiçbir açıklamaya yer bırakmamış. Bize düşen O’nun öz olarak verdiğini naçizane birkaç kelimeyle sunmaya çalışmak oluyor:

(IMG:http://img517.imageshack.us/img517/9104/shipqb8.jpg)

TAKVİMDEKİ DENİZ

Üstad bu şiirde ölümü deniz kisvesine büründürerek karşımıza çıkartıyor. Ölüme duyulan hasretin büyüklüğü denizin derinliğiyle vücut buluyor:

Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin
Ve o kadar bucaksız...

Kendisini içine çekecek olan deniz, ömrün günlerinin tükenmesiyle gün ışığına çıkan ölüm gibi yaprakları tükenmiş, kullanılmış bir takvimde tüm haşmetiyle çalkalanıyorken çıkar karşısına:

Ta karşımda, yapraksız,
Kullanılmış bir takvim...
Üzerinde bir resim:
Azgın, sonsuz bir deniz;
Kaygısız, düşüncesiz,
Çalkanıyor boşlukta.

Kendisinin ölüm karşısındaki acizliğini belirtmek istercesine, kendisini, gördüğü gemiyi denizin içinde bir nokta olarak tasavvur ediyor:

Resimdeyse bir nokta:
Yana yatmış bir gemi...
Kaybettiği âlemi
Arıyor deryalarda.

Birden resmin içinde buluyor kendisini. Ve kendisini kaybetmesine yol açıyor bu yolculuk:

Bu resim rüyalarda
Gibi aklımı çeldi;
Bana sahici geldi.
Geçtim kendi kendimden,

O kadar kendisini resmin içinde hisseder ki, artık denizin ıslaklığını yüzünde, yosunlarını ise ciğerinde hissetmektedir:

Yüzüme, o resimden,
Köpükler vurdu sandım;
Duymuş gibi tıkandım,
Ciğerimde bir yosun.

Artık önüne hiçbir engelin çıkamayacağına ve hasretini çektiği denize varacağına bütün benliğiyle inanmaktadır.Ve eğer varamazsa bu hasretin onu yakacağını belirtirken denize kavuşmanın bir yok oluş değil, asıl kavuşamamanın onun için bir yok oluş olacağını dile getirmektedir:

Artık beni kim tutsun?
Denizler oldu tasam.
Yakar, onu bulmazsam,
Beni bu hasret, dedim,
Varırım, elbet, dedim,
Bir ömür geze geze,
Takvimdeki denize.

Birden o kadar hasretini çektiği vuslatla karşılaşınca hayretler içinde kalır. Hem bekler, hem de yüz yüze gelince şaşkınlığa düşer. Birden odasının içine denize yolculuğun habercisi olarak meltem dolmuştur. Artık yolculuğun başlayacağının hem eşyalar hem de kendisi farkındadır. Yolculuğun başlayacağının farkına varan eşyalar birden odada kıyamet koparırlar:

Ne var, bana ne oldu,
Odama nasıl doldu,
Birdenbire bu meltem?
Ve dalgalandı perdem,
Havalandı kâğıtlar.
Odamda kıyamet var!

Vuslat habercisi olan meltem birden kanı donduracak bir etki oluşturur. Evet, bekleniyordur ama hesap edilmeyen bir şeyler vardır sanki. Her ne olursa olsun artık başlamıştır yolculuk:

Ah yolculuk, yolculuk!
Ne kadar baygın, soluk,
O gün bizde betbeniz;
Ve ne titrek kalbimiz
Ve eşyamız ne küskün!

İşte şimdi yolculuğun en azılı engelleyicileriyle karşı karşıyadır:

Yola çıktığımız gün,
Bir sıraya dizilmiş,
Gözyaşlarını silmiş,
Bakarlar sinsi sinsi.

Denize hicretin bir ayrılık, bir kopuş, bir terk ediş olduğunu gösteren sahne yaşanmaya başlamıştır. Birden her şey değişir:

Niçin o ânda hepsi,
Bir kuş gibi hafifler,
Arkadan geleyim der?
Niçin o güne kadar,
Dilsiz duran ne kadar
Eşya varsa dirilir,
Yolumuza serpilir?
Ufak böcekler gibi,
Gezer onların kalbi,
Üstünde döşemenin.

Şimdi kendisini bir karmaşıklığın ortasında bulur. Ama vuslat zamanı gelmiştir ve titrek kalp son oyunlara aldırmadan bu mahşerin içinden sıyrılır:

Bir gizli didişmenin
Saati çalar o ân;
Birden bakar ki, insan,
Her şey karmakarışık.
Ayırmak olmaz artık
Bir kalbi bir taraktan;
Ve kalb, ağlayaraktan,
Çekilir geri geri,
Terkeder bu mahşeri.

Ve şiirin en son kısmında tasavvur edilen sahnede, Üstad tarafından yaşanılanlar, bu mahşeri terk ederken Üstad'ın neleri arkasında bıraktığı ve bayram olarak gördüğü denize hicretin gönlü hafifliyor olsa bile dönüp arkaya bakmaktan kendisini alamadığı, Şair-i azam sıfatının nereden geldiği bir kez daha gözler önüne serilircesine dile getiriliyor:

Bu mahşerin içinden
O gün ben de geçtim, ben;
Nem varsa, evim, anam,
Çocukluğum hatıram
Ve ne sevdalar serde,
Bıraktım gerilerde,
Kaçar gibi yangından.
Rüzgârların ardından,
Baktım da süzgün süzgün,
Kurşun yükünü gönlün,
Tüy gibi hafiflettim,
Denize hicret ettim...

Ve en son olarak ölüm teması ve Üstad deyince naçizane aklıma gelen mısrayı yazmazsam olmaz galiba. Ölümün bir yok oluş değil, tam aksine mutlu bir yeniden var oluş olduğunu daha güzel anlatan başka bir mısra olduğunu zannetmiyor ve bana müsaade diyorum…

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?...

manga


Al bu dünya, al senin olsun
Benim hiç gözüm yok, hepsi senin olsun
Ama son bir dilegim var senden su gaybana dünyada
Varını, yogunu al, hepsini al da

Beni benimle bırak
Beni benimle bu cehennemde
Ruhum senden çok uzak
Yabancıyım senin cennetine

Al bu dünya, al senin olsun
Ne olur benden artık uzak dur
Bir günahım varsa isledigim, o benim borcumdur
Sen varını yogunu al , hepsini al da

Beni benimle bırak
Beni benimle bu cehennemde
Ruhum senden çok uzak
Yabancıyım senin cennetine

TAKVİMDEKİ DENİZ

Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin.
Ve o kadar bucaksız.
Ta karşımda yapraksız
Kullanılmış bir takvim.
Üzerinde bir resim;
Azgın, sonsuz birdeniz.
Kaygısız, düşüncesiz,
Çalkanıyor boşlukta
Resimdeyse bir nokta;
Yana yatmış bir gemi,
Kaybettiği alemi
Arıyor deryalarda.
Bu resim rüyalarda
Gibi aklımı çeldi,
Bana sahici geldi.
Geçtim kendi kendimden,
Yüzüme o resimden,
Köpükler vurdu sandım.
Duymuş gibi tıkandım,
Ciğerimde bir yosun.
Artık beni kim tutsun.
Denizler oldu tasam,
Yakar onu bulmazsam
Beni bu hasret dedim
Varırım elbet dedim.
Bir ömür geze geze
Takvimdeki denize.
Ne var bana ne oldu
Odama nasıl doldu
Birden bire bu meltem
Ve dalgalandı perdem
Havalandı kağıtlar.
Odamda kıyamet var.
Ah yolculuk yolculuk
Ne kadar baygın soluk
O gün bizde betbeniz
Ve ne titrek kalbimiz.
Ve eşyamız ne küskün.
Yola çıktığımız gün
Bir sıraya dizilmiş
Gözyaşlarını silmiş,
Bakarlar sinsi sinsi
Niçin o anda hepsi
Bir kuş gibi hafifler
Arkandan geleyim der
Niçin o güne kadar
Dilsiz duran ne kadar
Eşya varsa dirilir
Yolumuza serpilir
Ufak böcükler gibi
Gezer onların kalbi
Üstünde döşemenin
Gizli bir didişmenin
Saati çalar o an
Birden bakar ki insan
Herşey karmakarışık.
Ayırmak olmaz artık
Bir kalbi bir taraktan
Ve kalb ağlayaraktan
Çekilir geri geri
Terkeder bu mahşeri.
Bu mahşerin içinden
O gün ben de geçtim ben,
Nem varsa evim, anam,
Çocukluğum, hatııram,
Ve ne sevdalar serde
Bıraktım gerilerde
Kaçar gibi yangından.
Rüzgarların ardından
Baktım da süzgün süzgün
Kurşun yükünü gönlün
Tüy gibi hafiflettim.
Denize hicret ettim.

17 Ocak 2010 Pazar

ben

Ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım.
Yorar beni şu telaş, şu karmaşa.
Bir sığınak aranırken şu uğultuda,
bir aşk gelir, bir yara.
Bir yara…
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.
Kimse bilmez be canım,
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…


Ben ...seni hep ayrılıkla anmışım
Titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını…
Hep adını yazmışım.
Bir aşk gelmiş bir yara.
Bir yara…Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…

16 Ocak 2010 Cumartesi

CHE GUEVARA KİMDİR?

Ernesto Rafael Guevara de la Serna , 14 Haziran 1928'de Arjantin'in Rosario şehrinde doğdu. Devrimci bir ailesi vardı. Henüz iki yaşındayken daha sonraki gerilla yaşamında kendisine büyük bir dert olan astım hastalığına yakalandı. İlkokulu Alta Gracia'da, ortaokul ve liseyi de Cordoba'da tamamladı. Lise yıllarında Marksist düşüncelerle tanıştı. Guevara ailesi 1944'de Buenos Aires'e taşındı. Che burada tıp fakültesine kaydoldu. Aynı zamanda bir çok işte çalışıp ailesine katkıda bulunuyordu.
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/tarih/60604-che-guevara-kimdir.html#post510377

1951'de tıp öğrenimine ara vererek, bir arkadaşıyla birlikte Latin Amerika kıtasını daha yakından tanımak için motosikletle yolculuğa çıktı. Gördüğü yerlerdeki insanların ezilmişliği, sömürü ve zulüm altındaki yaşayışları O'nu çok etkiledi. Düzene karşı savaş düşüncesi artık yavaş yavaş Che'nin beynine yerleşmektedir. Bir yıldan fazla bir süre dolaştıktan sonra Buenos Aires'e geri döndü. Aynı yıl üniversiteyi bitirdi. Daha sonra bir arkadaşıyla birlikte Arbenz hükümetine destek olmak için Guatemala'ya gitti ve burada evlendi. 1954'te Arbenz hükümetinin ABD destekli bir darbeyle düşmesiyle birlikte Meksika'ya gitti. 1956'da Meksika'da Fidel Castro'yla tanıştı ve Küba devrimine katılmaya karar verdi.
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/showthread.php?p=510377

1956'nın Aralık ayında Che, Fidel ve 83 arkadaşıyla birlikte Küba'ya gitti ve Sierra'larda gerilla savaşı başladı. Gerilla birliği içerisinde gerek politik, gerek askeri yetkinliğiyle öne çıktı ve önemli sorumluluklar üstlendi. Küba devriminin başarıya ulaşması için sonsuz emek verdi.

Aralık 1958'de Che'nin komutanlığını yaptığı gerilla birliği Las Villas'a yürüdü. Burada Batista ordusunu yenerek Santa Clara'ya gitti. 2 Ocak 1959'da gerilla birliklerinin Havana'ya girmesiyle devrim zaferle sonuçlandı.
Devrimden kısa bir süre sonra Küba vatandaşlığına kabul edildi. Devrimden sonra da dış siyasetten, ekonomiye, maliyeden, sanayi bakanlığına çeşitli üst düzey görevlerde bulundu. Avrupa, Asya, Afrika ülkelerini kapsayan bir gezi yaparak onlardan maddi-manevi destek aldı. ABD emperyalizminin Küba'ya uygulamaya çalıştığı ambargoyu etkisizleştirdi.
1965 yılına kadar Küba'daki görevlerini sürdürdü. ‘65'in Eylül'ünde Küba'daki tüm görevlerinden ve Küba vatandaşlığından ayrıldığını bildirdi. Vietnam, Kongo, Latin Amerika ülkelerinin çeşitli yerlerini dolaştı.
1966'da Bolivya'ya gitti. Ancak buradaki gerilla faaliyetleri uzun sürmedi.


Che, bir köyde halka açık bir konuşma yaptıktan sonra, köy muhtarının birliği
ihbar etmesiyle 8 Ekim 1967'de El Yuro'da yüzlerce asker tarafından çevrildi.
Bacaklarından yaralanan Che tutsak düştü. Higueras köyünün okuluna götürüldü ve
sorguya çekildi. Hiçbir soruya cevap vermedi. Ve 9 Ekim'de Bolivya
Cumhurbaşkanı'nın emriyle katledildi.




BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER

Bolivyalı küçük asker,
Bolivyalı küçük asker,
sırtında tüfeğin, gidiyorsun
tüfeğin Amerikan malı
tüfeğin Amerikan malı
Bolivyalı küçük asker
tüfeğin Amerikan malı.

Sinyor Barrientos verdi onu sana
Bolivyalı küçük asker
Mister Johnson' un armağanı
kardeşini vurman için
kardeşini vurman için
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurman için.

Kim bu ölü, bilmiyor musun
Bolivyalı küçük asker?
Bu ölü Che Guevara,
Arjantinliydi Kübalıydı
Arjantinliydi Kübalıydı
Bolivyalı küçük asker,
Arjantinliydi Kübalıydı.

En iyi dostundu senin,
Bolivyalı küçük asker,
yoksulların dostuydu
doğudan dağlara kadar
doğudan dağlara kadar
Bolivyalı küçük asker
doğudan dağlara kadar.

Gitarım tepeden tırnağa
Bolivyalı küçük asker
yas tutuyor, ağlamıyor
ağlamak insan işi
ağlamak insan işi
Bolivyalı küçük asker
ağlamak insan işi.

Sırası değil ağlamanın
Bolivyalı küçük asker
ele mendil yakışmaz şimdi
ele tırpan yaraşır
ele tırpan yaraşır
Bolivyalı küçük asker
ele tırpan yaraşır.

Para veriyorlar sana
Bolivyalı küçük asker
alıp satıyorlar seni
bu iş zalimin işi
bu iş zalimin işi
Bolivyalı küçük asker
bu iş zalimin işi.

Vakti geldi uyanmanın
Bolivyalı küçük asker
dünya ayağa kalktı
erkenden doğdu güneş
erkenden doğdu güneş
Bolivyalı küçük asker
erkenden doğdu güneş.

Doğru yolu tutmaya bak
Bolivyalı küçük asker
kolay bir yol değil bu
kolay değil, düzgün değil
kolay değil, düzgün değil
Bolivyalı küçük asker
kolay değil, düzgün değil.

Şunu öğrenmen gerek
Bolivyalı küçük asker
kardeş dediğin vurulmaz
kardeşini vurmaz insan
kardeşini vurmaz insan
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurmaz insan.

muhsin reis


Muhsin Yazıcıoğlu – Üşüyorum Şiiri Sözleri
29

03

2009


BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun 25 yıl önce Mamak Cezaevi’ndeyken yazdığı “Üşüyorum” adlı şiiri…

Üşüyorum

Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum…

Muhsin YAZICIOĞLU



Aşk insanın kalbini doldurmaya yeter mi?

Caddede bir terapist yürüyor; insanları gözlemleyen ve yaşadıkları mutsuzluğun nedenlerini anlamaya çalışan bir terapist.

Dr. Mavi, Aynalar Koridorunda Aşk'ın kahramanı. Hepimizin yaşadığı duygusal karmaşaları tecrübe eden, varoluşun özünü anlamaya çalışan Beyaz, Kırmızı, Gri ve Sarı da. Ve vitrindeki aksini inceleyen yüksek ökçeli kırmızı ayakkabılı kadın, etrafın ilgisini çekmek için sarmaş dolaş gezen sevgililer, önündeki arabayı sollayamayınca kendini değersiz hisseden BMW sürücüsü. Birer varoluş mabedi haline gelmiş kafeler, restoranlar ve buraları dolduran insanlar. Milyonlarca imge. İmgelerde varoluşunu arayan insanlar. Aynada kendini gördüğünü zanneden ama Beyaz'ın söylediği gibi asla görmeyecek olan, restoranda yemek yiyen kadın...

Narsistleşmiş benliğin mabedine hapsolup kendi varoluş gerçekliklerinden uzağa düşenler, içlerindeki boşluğu aşkla doldurmaya çalışıyorlar.

Peki, aşk insanın kalbini doldurmaya yeter mi? Sonsuz sevilme, değerli görülme ihtiyacını duyan insanın kalbini kim nasıl doldurur?

Dr. Mavi, Beyaz, Kırmızı, Gri ve Sarı, rüyaların, gerçeklerin ve aynaların izini sürerek bu sorunun cevabını arıyorlar...

Edebiyat > Roman
TİMAŞ YAYINLARI
Fiyatı:13.50 TL
Yayın Yılı: 2009
231 sayfa
Kitap Kağıdı
13,5x21 cm
Karton Kapak
ISBN:9752636934
Dili: TÜRKÇE

12 Ocak 2010 Salı

hayalimde ki sevgili




kefenler sarilsin topraklar öpsün

--------------------------------------------------------------------------------

senin ak alnindan gök gözlerinden
önce dallar sonra yapraklar öpsün
egilsin yildizlar tutsun elinden
geceler sonra safaklar öpsün

ask diyorlar en mukaddes hayale
ve sen de düsesin bu sonsuz hale
hazdan dudaklarin olsun bir lale
güller karanfiller zambaklar öpsün

sende kemal bulmus renk sekil bicim
yasamanin özsuyusun bir icin
olunca sularin sagligi icin
seni her gün göller irmaklar öpsün

kumral saclarin nisan yagmuru
yazin ak yüzünden gölgenin moru
agzindan en serin hem de en duru
kayalardan akan kaynaklar öpsün

cimenler oksasin ayaklarini
cicekler koklasin parmaklarini
ben öpmeden önce yanaklarini
varsin teller tüller duvaklar öpsün

kiskanclik cakili kaziktir serde
bölünsün rüya en tatli yerde
seni canli kullar öpmesinler
kefenler sarilsin topraklar öpsün

a.r.karakoc

11 Ocak 2010 Pazartesi

Göğe asılı bıraktığın bu sağnak nice gönül tarlalarından “hû” filizlendirdi.
Kâinat vecde durdu.
Ve… dünya elifle dönüyor yürekler elife dönüyor.
Aşk vesile…
Dünyaya alıştım alışalı denizi çakıl taşlarından tanıdım.
İçimde ney seslerini büyüttüm.
Belli ki yine bu ıssız limanda fırtına kopacaktı.
Bir muammalı vakitti oysa ki yalnızlıklar.

Aşkın tarifini sordum göçen kuşlara. Dediler göç…
Dediler yanmaktır yaklaştıkça…
Onun kaynağından tadan divanedir sonra…

Sonra bir şair kesti yolumu… “En yüce bir düştür benim aşkım.
Görmeye değmez ki küçük düşleri” dedi ve ekledi: “Mecnun değilsen sus!…”

Bense güneşin kol gezdiği ufuklar hayal ederdim alkımlı dünyamda aşka dair…
Düşlerim en kudsi duygularla bezenmişti oysa.
Meğer küçük düşlerle avunmuşum…

Muhayyel sevdalar bürüyor yüreğimin pencerelerini.
Herbiri tül herbiri hür.
Hiç dokunulmamış hiç yaşanmamış.
Hikâyelerine hayal meyal tanıklık ettiğim…

Bu efsane hikâyeler sürüldü masama.
Bense özgün sözlerin tadına alışıktım.
Benim taatim tahiyyatimdi Rab’le…

Dünyanın perdesini şöyle bir aralayınca aşka dair birçok şeyin öylesine ortalığa savrulmuş olduğunu hissettim ki; tanınmayacak haldeydi.
Kadın olmuştu para makam nefs hırs menfaat sömürü olmuştu.
O kutsalı aralarından arındırmak öylesine zordu…
Kalan son sevgi sözlerini topladım avucuma… doldurmuyor bile!
Dilden çıkıp ancak kulağa kadar varabiliyordu; yüreğe değil…

Aşka belki bir adım belki asırlar vardı amasevgiyi diri tutmaktı yaşatabilmekti esas olan.
Ucuzcular pazarından kurtulup sultanlar sofrasına hizmetli olabilmekti…
İflah olmaz aşk kisvesini giyebilmekti.
Gönülde maya tutup aşka onu göklere armağan edebilmekti…. uçurtmalara…

Celal-i Didar’a yâr olabilmekti benim en gerçek düşüm…
Sen ezelî ve ebedî arzsız arşsız cennet ve cehennemsiz öylesine bir sevdasın ki diyebilmekti…
Mevlânaca bir tavır koyabilmekti.
Naz makamına ulaşmayı gönül hedefinin tam ortasına yerleştirebilmekti…
Ruhum firdevslere kayarken dünyanın sahte makyajı bulaşıyor yüreğime.
Her renk bir adım daha ulaşılmaz kılıyor seni.

Ey ulaşılmaz Matlubum!…

Hırçın dalgalar Kahhar ismini vuruyor dünya sahiline güller Cemal isminle raksa başlıyor bir seher kuşlar Nur ismini zikrediyor bir şafak kızıllığında…

Bense Vedud cografyasında ’seven’ şahsında talibi oynamaktayım.
Belki adaylığın adaylığına bile lâyık değilken;

“Bende Mecnun’dan fusun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık benim Mecnun’un ancak adı var…”

diyebilme cürekârlığına koşmaktayım…

Belki sadece içimdeki boşlukta çırpınıp durmaktayım…
Ey Rab! Sana ulaşmak sensizlikte kaybolmak nedir anlatayım mı?
Kum fırtınasında çölde sağanaklara aşk olmaktır!…
Dünya elifle dönüyor yürekler elife dönüyor… Aşk..
“Bende Mecnun’dan fusun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık benim Mecnun’un ancak adı var…”

AŞIK-I SADIKIN AKLINDAN GEÇENLER


Çok merak ediyorum aklımdan çıkmayanım.Kimsin sen yani asıl sen kimsin? İçinde gizlediğin sen kimsin.Biliyorum öğrenmek istediğime sen bile sahip değilsin ama yinede karşı konulamaz bir istekle tekrar tekrar soruyorum cevap vermeme ihtimaline rağmen binbir umutla ve özlemle cevap alma isteğiyle soruyorum sen kimsin?
En azından şunu bilmeme izin ver neredesin şimdi hangi uzak köşesindesin dünyanın.
Dikkat ettiysen sormadım hangi alemde dolaşıyor şimdi ruhun o grift düşüncelerin daha kolay bir soru sordum neredesin tam olarak.
Kolaydır çünkü insanın sevdiğine ulaşması çoğu zaman yerini bilmesi bile gerekmez gözleri açıkken hayali önünde durur o melek yüzlünün.Kapalıyken daha kolaydır ona ulaşmak zaten aklından çıkmayan tek şeydir o kapanır kapanmaz beliriverir sureti önünde.merak ediyorum hangi kara parçasının üzerindeki hangi insan yapısının içindesin veya dışardaysan hangi mahallenin hangi sokağındasın?
Niye soruyorum bu soruyu biliyor musun?
Çünkü bir sözün değil en ufak bir işaretin yeter beni yerimden kaldırmaya yeter bir tek mimiğin beni senin peşinden sürüklemeye sen yeter ki gelmemi iste koşarak gelirim,uçarak gelirim gerekirse bırakır gelirim herşeyimi bu tarafta.Sen den kıymetli ne olabilir ki bu dünyada Ahirete götüreceğimde sensin kabul edersen sonsuzluğuda beraber yaşarız sonsuz sevdam muktedir buna inan.
Bekliyorum arıyorum.İnan o kadar derin ki sana muhabbetim neden bilmem.Şimdi gelirim çağırmasan bile ama yok olur biterim beni buyur etmezsen yanına dayanamam ölürüm belki de sevemem başkasını da bir daha sen kadar.Bu sonuçlara katlanırım da sevdiğim.Yine de bunu yapma bana lütfen.
Çağır geleyim bu mutluluğu çok görme ikimize ya çağır yada bana unuttur kendini.Fakat şunu iyi biliyorum unutturman imkansıza yakın bir şey ne olur sen kolay seçeneği seç.
Ama bu gün ama yarın ama bir ay sonra hatta bir yıl sonra istersen beş yıl, on yıl sonra hatta dünyadan ayrılmama saniyeler kala bekle beraber olacağım bir olacağım ben sen sen ben olacaksın hemhal olacağız ayrılmayacağız son saniyelerde bile dersen beklerim senin için kendim için yeni bir aşk hikayesi yazılsın diye beklerim.
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar
Şairin beklediği gibi beklerim ama bekletme şiirin devamını yazdırma bana ne olur...
Mehmet ali arıcı
12.01.2010 nevşehir il özel idaresi loj.

eski ve yeni yazılarım ve değerli yazarların yazıları ve kendime ait anılar için edebiyat ağırlıklı bir site oluşturdum edebiyat sevdalılarına burdan duyurulur.ticari maçlı bir site değildir.aşağıda linki veriyorum yorumlarınızı bekliyorum.
http://www.danielbravery.blogspot.com

8 Ocak 2010 Cuma

o delikanlı bendim.

Beklenen
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?

(1937)


Necip Fazıl Kısakürek


...BU ŞİİRİN HİKAYESİ....

Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı.Okul salonundaydı maç. Tribünsüz, minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece.. O kadar yakındılar..



Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi.. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda..Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı.. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlıda yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kızda gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar..



'Anladım' der gibi bir gülümseyişti bu.. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için.. Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu.



Dahası..Ankara Koleji'nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı..Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı.. Kız bu defa, iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce..



Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar.Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde,bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan: 'Tabii' dedi.. 'Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız..'



'Mutluluk işte bu olmalı' diye düşündü delikanlı. 'Mutluluk işte bu..' Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı..O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken ki, o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya, o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki.. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı.. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu..


Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü..Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. 'Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse.. Yarın Adana'da maçımız var.. Gözlerimiz sizi arayacak..'



Hayır, aramayacaktı..Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi..



Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı..Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.. Ankara'nın hele Kolej'de çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu..


Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garajlara gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki..Kız 'Keşke orada olsaydın' demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o..



Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe.. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki..Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. 'Bu sana' diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan, kız, dizeleri okurken..

'Ne hasta beklerdi sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!..'



Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolej'in önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı..Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. 'Sana bir şeyler söylemek istiyorum' dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli..



'Bak iyi dinle.. Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.'



'O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni' dedi delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden..



Yıllarca sonra Levent'in söyleyeceği şarkıdaki Sezen'in sözlerini o, o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, seytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi.



Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir aslında.. İlki kıza verdiği.. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı.. Cebine koydu..



Bekleyiş sürüyor, sürüyordu..Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti.. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.. 'Günlerdir seni arıyorum' dedi kız.



'Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber.. Artık hayatımda hiç kimse yok!..'



'Yaa' dedi delikanlı.. 'Yaa' dedi sadece..Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı..



'Yaaa!..'


Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. 'Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün' dedi.. 'Bu da ikinci ve son dörtlüğü onun..'



Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan.. Kız dizelere bakarken..

'Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!..'



Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hâlâ düşünüyor..O uzun, çok uzun bekleyiş aşkını öldürmüş müydü, acaba?.


Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini yaşatmak için mi, yaşayanı silmişti yani?.. Yokluğunda bulmak bu mu demek oluyordu?..



Ya da.. Ya da..


Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmişti, acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hâlâ bilmiyor..Bilmediğini de en iyi ben biliyorum.. Çünkü, delikanlı bendim!..

7 Ocak 2010 Perşembe

ibrahim sadri -adın batsın-

yüreğime bir gül çizdim kanlı yaş ile
yaktın beni küle döndüm dumana döndüm
nasıl edem nere gidem dertli baş ile
bilemedim teli kırık kemana döndüm
canım aldın can evimden vurdun ya sen de
küstüm sana faydası yok geri dönsen de
sen de vefasız çıktın
sen de hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın
adın batsın

yüreğime bir gül çizdim kanlı yaş ile
yaktın beni küle döndüm dumana döndüm
nasıl edem nere gidem dertli baş ile
bilemedim teli kırık kemana döndüm
canım alındın can evimden vurdun ya sen de
küstüm sana faydası yok geri dönsen de
sen de vefasız çıktın
sen de hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın
adın batsın adın batsın

zaman ola devran döne sen de çekesin
yitiresin umudunu heder olasın
aşka düşe kahrolasın candan bıkasın
ömrün boyu bir kez olsun gülmeyesin
sen ki beni rezil ettin yedi cihanda
yalan oldum talan oldum senin sayende
sen de vefasız çıktın
sen de hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın
adın batsın

beni özleyince bir nehir yatağını bulsun
kor düşsün dağlarına ceylanlar suya insin
sesime bakıp da ağlıyorum sanma
seni özleyince böyle olsun biraz da
canım alındın can evimden vurdun ya sen de
küstüm sana faydası yok geri dönsen de
sen de vefasız çıktın
sen de hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın
adın batsın adın batsın

ayrılıversin yaprak dalından
insan sevdiğinden ayrılıversin
kan damarından can pazarından
adam baharından ayrılıversin
dağda dört mevsim erimeyen kar var ya
yokluğum öyle erimesin
sen de vefasız çıktın
sen de hayırsız çıktın
sen de insafsız çıktın
adın batsın adın batsın

5 Ocak 2010 Salı

İSKENDER PALA2DAN YAZILAR

Külün içinde saklı ateş

--------------------------------------------------------------------------------

Küllenmiş her düşüncenin, her duygunun içinde iyi yahut kötü, acı yahut tatlı, neşeli yahut hüzünlü elbette bir kor sıcaklığı vardır ki, eşelendikçe alevi ortaya çıkar.

Bazen ısıtır bu alev, bazen yakar. Olumlu ya da olumsuz bütün hayaller, bütün idealler ve bütün arzular sonuca ulaşmadıkça, hedefini bulmadıkça elbette kül içinde saklanan kor gibi sıcak bekler. Küçük bir esinti, azıcık bir savrulma... Bir hatırlama... Küçük bir dokunuş... Hele içinizi bir yoklayın...

Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir.
Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir.
Tesellisi hep ertelenen bir sınav...

Çoğu insan kendisinin, asıl bulunması gereken yerde olmadığını hisseder. Aslında belki tam da bulunması gereken yerde olduğu için kabullenmek istemez. Çünkü küllenen hayallerine alevlenmeyi bekleyen nice korlar gömmüştür. Bedel ödemeden, yüreğini tutuşturmadan, kendini yakmadan gelinebilecek mertebelerin elbette bir seviyesi vardır; ve bir de yolları çile ile yürünmüş ve kabullenilmiş makamları...
Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar...
Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı...

İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz:

Ele girmezse eğer sevdiğimiz

Ne çâre, eldekini sevmeliyiz

Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..

İskender Pala

İSKENDER PALA2DAN YAZILAR

Eskiler sözü güzelleştirerek söylemeye çaba sarf ederler; bunu, yazacakları sözleri kalıcı kılmanın şartlarından biri sayarlardı.
Bu yüzden nesri de şiirsel söylemek, ona ahenk katmak ve anlatımı kuvvetlendirmek önemliydi. Cinas denilen sanat böyle doğmuş ve nesir ustaları cümlelerinin arasında ritm ve kafiye bulundurmayı önemsemişlerdi. Eskilerin cinaslı bir üslupla ortaya koydukları bu tür yazılara biz sonradan süslü nesir demişiz. Türkçe'de bu üslubun ilk temsilcisi Fatih çağının ünlü bilgini Sinan Paşa olup aşağıdaki metin onun Tazarruname (İÜ. Ktp. TY.1818, v. 92a.) adlı eserinden alınmış ve bir çevirinin(/yalınlaştırmanın) asıl metin karşısında ne kadar cılız durduğunu göstermek için karşılıklı verilmiştir:
İşarat-ı Evsaf-ı Aşk
Aşk âsâyiş-i cândur; aşk ârâyiş-i cihândur. Aşk nemek-i diyk-i vefadur; aşk hadîka-i ehl-i safâdur. Aşk hakîkat çerhınun ahteridür; aşk cân leşkerinün mihteridür. Aşk bir sultân-ı kâhir ü tîzdür ki alem çekicek birbirine urur vücûd ile ademi; aşk bir bî-karâr u şûr-engîzdür ki kadem basıcak şûr u gavgâya bırağur âlemi. Aşk bir cevher-i pâkdür araz sanman; aşk râhat-ı cândur maraz sanman.
Aşk bir mürgdur ki melâmet-i halk ona bâl olur; aşk bir devletdür ki idbâr-ı dünyâ ona ikbâl olur. Aşk bazarında câme-i dîbâyı bir habbeye almazlar; uşşâk mahallesinde nâmûs ile nâmı bir çöpe saymazlar. Âşık olanlar gayret ü ârı bırağurlar; dost isteyenler ol vakârı bırağurlar. Âkıl eydür: "Cübbe vü destâr hani?"; âşık eydür: "Hâne-i hammâr hani?" Âşık düğünden bîniyâz olur; âşık cihân içinde serfirâz olur. Aşk bir külüng-i pulâddur ki her vakit varlık binasın yıkar; aşk bir bennâ-yı üstâddur ki dâim yokluk sarayın yapar. Aşk bir derd-i mâderzâd olur; âşık iki cihândan âzâd olur. Ne vuslatda şâd u ne gamdan firârı olur; ne destinde sabr u ne pâyında karârı olur.
Âşık hemîşe belâkeş olur; dâim belâ içinde hoş olur. Âşık her dem sûz u şevkda olur; derd-i aşk içinde zevkde olur. Âşıka gıdâ belâ olur; âşıka safâ cefâ olur. Âşık ki yolunda merd olur; renci dârû vü râhatı derd olur. Beyt: "Dil ki bûy-ı aşkdan bîreng olur / Ehl-i dil katında ol dil seng olur". Dil bağında ki aşk gülü olmaz; bir bezme benzer ki onun mülü olmaz.
Aşk kıssa vü hikâyet olmaz; aşk-bâzî hadîs ü rivâyet olmaz. Âlem-i aşk âlem-i diğerdür, pâye-i aşk ondan bülend-terdür, ki her mesken ona menzil ola; veya onun mekanı bir avuç kül ola. Aşk bir makâm-ı vicdanîdür; cezbesi cezbe-i nûrânîdür. Aşk halk gözünde dîvânelikdür; aşk kendi vücûduna bîgânelikdür. Aşk ezel kadehinden bîhûşlukdur; aşk iki âlemi ferâmûşlukdur.
Aşk Üzerine Tanımlar
Aşk canın huzur, cihanın ziynet bulmasıdır. Aşk vefa azığının tuzu; gönülden anlayanlar için hazırlanmış bir bahçedir. Aşk hakikat göğüne yıldız; can ordusuna mehterdir. Aşk, öylesine kudretli ve hızlı savaşan bir sultandır ki sancağını çekip de yürüdüğünde varlık ile yokluğu birbiriyle çarpıştırır; aşk öylesine delifişek bir kargaşa adamıdır ki ayak bastığı yeri çoraklaştırıp kavgaya salar. Aşk pak bir cevherdir; onu araz sanmayın; aşk bir can rahatlığıdır, hastalık anlamayın.
Aşk bir kuştur ki halkın ayıplaması onun kanadı; aşk bir talihtir ki dünya zilleti onun açık bahtı sayılır. Aşk pazarında ipek kumaşlar bir arpa tanesi etmez; aşıklar mahallesinde itibar kaygısı veya şöhretin çöp kadar değeri olmaz. Aşık olanlar gayret ile namusu bırakırlar; sevgili peşindekiler elbette ağırbaşlılığı terk ederler. Akıllının sorusu "Hani rütbe ve makam?"; aşıkın sorusu "Nerde aşk meyhanesi?"dir. Aşık dünya eğlencesine dönüp bakmaz; bu yüzden başı dik dolaşır. Aşk tunçtan bir külünktür ki durmadan varlık binasını yıkmakta; aşk öyle usta bir mimardır ki (yıktığı varlık binasının yerine) daima yokluk sarayını yapmakta. Aşk, aşıkta anadan doğma bir derttir ki onunla kendini iki cihan kaygısından kurtarır; bu uğurda ne vuslat ile şad olup ayrılık derdinden kaçınır; ne sabır elde edebilir, ne ayağına dur durak bulunur.
Aşık bela çekmede devamlılık gösterir; çünkü bela ile hoş geçimdedir. Aşık her an yanış ve özlem içindedir; aşk derdiyle daima zevk içindedir. Aşık için (sevgilisiz) işret bir bela; eğlence de bir cefa olur. Aşık ki gidişatında mertlik üzeredir; sıkıntıları zehir, rahatı ise dert sayılır. Beyit: "Gönül ki aşk kokusuyla kendinden geçip sarhoş olmuyorsa; ehl-i diller katında o gönlün taştan farkı yoktur". Aşk gülü açmamış bir gönül bahçesi; şarabı olmayan bir işret meclisi kadar beyhude ve yavandır.
Aşk masal veya hikaye değildir; aşk oyunu anlatıl(a)maz, rivayete gelmez. Aşk alemi başka bir alemdir; aşk payesi ise ondan da yüksektedir; öyle ki sıradan bir mekana gelip konabilir; hatta bir avuç külde bile vatan tutabilir. Aşk vicdana ait bir makamdır ve cezbesi de nurani bir cezbedir. Aşk avamın gözünde bir delilik ve kendi kendisine (kendi varlığına ve varlık alemine) yabancılıktır. Aşk, ta ezeldeki kadehin sarhoşluğudur ki aşık, bu dünyayı da, öte dünyayı da unutmuştur (vesselam)!..



Aşk kim ruha gıdadır ne yenir ne yutulur
Bir demir leblebidir çiğneyene aşk olsun
Şinasi

İSKENDER PALA2DAN YAZILAR

Sevda-yı dildârdan gönül usandı / Güzelim cefadan niçin usanmaz / Demek ki üftadem odlara yandı / Hak'tan haya kılmaz kuldan utanmaz / (Dertli)

Yalnızca iyilik getirendir o; yalnızca sevgi biriktirendir... Kat kat şimdilik; dosya dosya güzelliktir hem... Elimizden tuttu mu bir kez yükseltir yükselttikçe kişiliğimizi de yüceltir yüceltilecek kadar... Haya, hayatın güzelliği...

''El-haya ve'l-edeb!'' der eskiler; hayasızca bir tavır gördüklerinde, edep dışı bir söz işittiklerinde. Haya ki bir utanma duygusudur; ar ve namus perdesinden bestelenir zaman notalarında. Perde açıldı mı da bir kez; küser sahibine ve kaçar gider coğrafyamızdan bütün güzel nağmelerini toplayarak. Kişi ancak haya sermayesi kadar edîb olur çünki; ancak hayası ölçüsünde müeddeb sayılır. Yakışıksız işlerden alıkoyan da, kötüleri iyi kılan da odur hep.

Hayamızı yitirdik ve silinmiş boş kağıtlara döndü şimdi hayat. Lalezarlarımızda ayrıklar bitti hayasızlıktan; medeniyet birikimlerimiz ağıt sütunlarında kırıldı, yontulmuş mermerlerimiz damar damar çatladı. Zümrüdü ankanın kanatlarından kavruk baharlara döküldü safirler. İmkanın en dar kapısında oturup ruhumuzu şer ile şerh ettik; ve hayayı unuttuk. Esir kentlerin mahpusları gibi puslu sokaklara serpildi fırtınalı akşamlarda hayasızlık; ve göz kapaklarımıza kan damladı süveydalarımızdan. Her karanlıkta yağmurlar büyüttü acılarımızı ve her solukta biraz daha savaş, biraz daha şiddet, biraz daha kin, biraz daha vahşet, biraz daha.. biraz daha...

Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de, kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.

Hayamızı yitirdik; ve tımarsız, kaşağısız, pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız, kargısız, cevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi, yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi, kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de, kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz, geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk, avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.

Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine, düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyu, ağlayacağız aylar ve yıllar yılı...

Haya... Aaah, en eski yitiğimiz...

Hayadan ötesi hayal, aslı yok bir düşünce...

Hayadan öte hayat, esası bozuk günce...

İskender PALA

İSKENDER PALA2DAN YAZILAR

Sevda-yı dildârdan gönül usandı / Güzelim cefadan niçin usanmaz / Demek ki üftadem odlara yandı / Hak'tan haya kılmaz kuldan utanmaz / (Dertli)

Yalnızca iyilik getirendir o; yalnızca sevgi biriktirendir... Kat kat şimdilik; dosya dosya güzelliktir hem... Elimizden tuttu mu bir kez yükseltir yükselttikçe kişiliğimizi de yüceltir yüceltilecek kadar... Haya, hayatın güzelliği...

''El-haya ve'l-edeb!'' der eskiler; hayasızca bir tavır gördüklerinde, edep dışı bir söz işittiklerinde. Haya ki bir utanma duygusudur; ar ve namus perdesinden bestelenir zaman notalarında. Perde açıldı mı da bir kez; küser sahibine ve kaçar gider coğrafyamızdan bütün güzel nağmelerini toplayarak. Kişi ancak haya sermayesi kadar edîb olur çünki; ancak hayası ölçüsünde müeddeb sayılır. Yakışıksız işlerden alıkoyan da, kötüleri iyi kılan da odur hep.

Hayamızı yitirdik ve silinmiş boş kağıtlara döndü şimdi hayat. Lalezarlarımızda ayrıklar bitti hayasızlıktan; medeniyet birikimlerimiz ağıt sütunlarında kırıldı, yontulmuş mermerlerimiz damar damar çatladı. Zümrüdü ankanın kanatlarından kavruk baharlara döküldü safirler. İmkanın en dar kapısında oturup ruhumuzu şer ile şerh ettik; ve hayayı unuttuk. Esir kentlerin mahpusları gibi puslu sokaklara serpildi fırtınalı akşamlarda hayasızlık; ve göz kapaklarımıza kan damladı süveydalarımızdan. Her karanlıkta yağmurlar büyüttü acılarımızı ve her solukta biraz daha savaş, biraz daha şiddet, biraz daha kin, biraz daha vahşet, biraz daha.. biraz daha...

Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de, kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.

Hayamızı yitirdik; ve tımarsız, kaşağısız, pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız, kargısız, cevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi, yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi, kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de, kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz, geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk, avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.

Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine, düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyu, ağlayacağız aylar ve yıllar yılı...

Haya... Aaah, en eski yitiğimiz...

Hayadan ötesi hayal, aslı yok bir düşünce...

Hayadan öte hayat, esası bozuk günce...

İskender PALA

İSKENDER PALA2DAN YAZILAR

Bir çoğalmadan ibarettir aşk, bir coşmadan, kabarmadan, büyümeden ibarettir.
Devamlı artmayan bir duygunun aşk olması ne mümkün?Sözün var olduğu günden beri, en fazla sarf edildiği alan aşktır. Aşk
üzerine söylenmiş sözlerin sınırı yoktur. Belki söylenmemiş söz de yoktur;
ama her dönemde başka türlü söylenmekten dolayı çoğalan söz vardır. Söz nötr
bir varlıktır, üst derecesi kelam, alt derecesi laftır. Sözün kelam
derecesinde konusu aşktır. Söze en güzel manayı aşk verir. Bütün
boyutlarıyla sözü aşkla söylediğiniz zaman sözün güzelliğini hissedersiniz.
Bir cümleyi aşkla yazın; görün cümle ne kadar güzelleşir. Usulen yazılan
cümleden muhatabın alacağı pek bir şey yoktur.Hayatin aşktan yoksun olduğu hiçbir zaman gösterilemez ki. Bitkinin hayati
olsun, insanin hayati olsun, dünyanın hayati olsun, bütün hayatların her
kademede aşka ihtiyaçları vardır.Aşkla bakmak; yürekle bakmak demektir. Göz sadece bir fonksiyonu yürütür;
ama fonksiyonun içini dolduran, onu san’ata dönüştüren gönüldür. Biz
gözümüzle bakarız; ama gören gönüldür. Gönlümüzde aşk varsa, gözün gördüğü
güzeldir.“Yalnızca bir türlü aşk vardır; ama görüntüleri binlerce türlüdür” der bir
bilge. Üç çeşidini söyleyelim: Aşk beşeridir; şakayla baslar, sorumluluk
getirir. Gözden girer, gönülde yasar. Surete meyledenler ziyandadır. Aşk
platoniktir; sohbetle baslar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar.
Siretini süslemeyenler yol şaşırır. Aşk İlahidir; imanla başlar, vahdete
götürür. Gönülde doğar, gönülde yasar. Sırrı saklamayanlar, başını verir.Aşk, Allahu Teala’nın “Bilinmeyi istedim kainatı yarattım” buyurduğu noktada
başlar. Ve oradan bir ırmak gibi birdenbire coşkuyla akar, binlerce yola
ayrılır, binlerce ırmak oluşur. Bir bastan binlerce baş oluşur. Onun için
bir türlü aşk vardır. Varlığımızı sürdürdüğümüz medeniyet birikiminin içinde
aşkın bütün çeşitleri mevcut. Bugün dahi mevcut, biz hangi boyutunda
yasıyorsak aşkın, o türlüsünü tadıyoruz demektir.Beşeri aşkın (mecazi aşkın) İlahi aşka dönüşmesi tabii bir seyir. Pek çok
mutasavvıf İlahi aşk için beşeri aşkı ilk basamak olarak görür. Çünkü Allah
güzeldir, güzelliği sever. Mevcudattaki o İlahi kudretin eserine bakarak
ancak bir izden asıla gidebilir, görüntüden orijinale geçebilir manasında
beşeri aşkı ilk basamak olarak görmüşlerdir ve atlamışlardır oradan.İşte; Leyla ile Mecnun. Leyla’nın bir beşer olarak aşkını Kays’in
biriktirmesi… Kays içinde büyüyen o aşkla ileride bir eşikten atlayarak
Leyla ile bütünleştirmesi… Buradan da ileri giderek başka boyutlara yol
alması… Artık o Hallacın “enel hak” dediği noktadır, o Nesimi’nin cübbemin
altında “Allah’tan gayrisi yoktur” dediği noktadır. Gerek baş verirsiniz
gerek derinizi yüzerler. Sırları ifşa etmek noktasında aşk biter.Salt sırdır aşk. Aşk bir kişilik sırdır, iki kişiye müsaadesi yoktur. Zaten
aşk tekildir. Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir. Aşkın içinde seven
vardır o kadar. Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan, olması önemli de
değildir üstelik. Aşk tekil olduğu için sırları da, kederleri de, acıları
da, firkati de, hicranı da, gözyaşı da, ateşi de tekildir. Yani içinde
bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar, gözyaşı da bir kişiden akar,
ayrılığı bir kişi çeker. Aşkı bunlar çoğaltır, aşkın “eksilmeyen fakat
artan” özelliği ayni zamanda buradan beslenir. Gözyaşı aşkı artırır, hicran,
hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür, katmerler, yuvarlar bir çığ gibi.
Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor. Aşkın bir tarifi de
acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk. Onun ötesinde de insanin
kabiliyeti. Aşk her gönülde ayni kıvamda varolamaz. Gönül medeniyetindeki
gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır, o zaman işin içine sırrı da
girer. Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır, daha ötesini
kaldıramaz. Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi
ilgilendirir.

Biz aşkı genel kabulümüzde “beşeri aşk” derken bir zaaf olarak algıladık
“İlahi aşk”i da bir hedef olarak gördük. Beşeri aşkın ve İlahi aşkın
ikisinin de ayni anda ve ayni bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla
mümkündür.

Ahsenü’l-Kasas buyurulmuş Yusuf Suresi’nde; aşkı anlattığı için bu sure.
Mevlana “Zeliha o hale gelmişti ki…” diyor, “… çörekotundan öd ağacına
kadar her şeyin adi Yusuf’tu onun için. Yusuf’un adini başka adlara
gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese;
sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakin ay doğdu, dese; söğüt
dalı yeşerdi, dese (…); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı geçti, iyiyim,
dese hep ayrı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden
şikayet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz binlerce şeyin adini ansa,
maksadı da Yusuf’tu onun, dileği de…”

Hiçbir insan bir kadına aşık olmayı veyahut da bir kadının bir erkeğe aşık
olmasını, “beşeri aşk” dediğimiz duyguyu yadsıyamaz, ayıplayamaz. Ne din, ne
de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah’a aittir çünkü. Gönül ki Allah’ın
evidir, aşkın her çeşidine itibar eder.

Bütün milimetrekarelerinde ayni sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi
acep?!. Bir kuru yakınlaşmayı, ilgiyi, arzuyu aşk sanarak yaşanılan ömür
adına va veyla ve va esefa!.. Bir Cemal’e kul, bir Ahmed’e köle, bir
Leyla’ya deli ve bir ışığa pervane olmayanın aşkı mi vardır, ya akli mi
vardır ki!.. Alem bir ask için yaratılmış ve “Aşk imiş her ne var alemde!…

“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammedisiz muhabbetten ne hasıl.”

Sevgi üzerine kullanılabilecek bütün mecazları üstüne alınmadır aşk. Aşk
acıdır, hasrettir. Hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Gözyaşı ve
ahtır; tazarru ve münacattır. Aşk ölümdür, can vermedir, kurban olmadır.
Canların birbirinde kaynayıp erimesidir; canların can özünde yitirilmesi ve
aranmamasıdır aşk. Parçalara böldükçe demiri, mıknatısı güçle bütün
parçaların yine birbirlerini aramalarıdır. Arama gücünü yitiren, zayıflatan,
küçülten parçalar bırakır; ancak birbirini kovalamayı. Tasın içinde saklı
olan ateştir aşk; bir kıvılcım çakınca kuşatır bütün evreni. Atom çekirdeği
etrafında saniyede iki bin kilometrelik hızla dönen elektronların karıdır
bu. Kudretin ve İlahi san’atin özündeki cevherden beşeri estetiğe akıp gelen
ilhamdır o. Bir şehre Ussak bir köye Asıklar adini vermektir. Aşk ki şiirde
Su kasidesi, mimaride Selimiye, musikide Ferahfeza’dir. Aşk, haddehanelerden
dökülen ateş, manaya gebe sözdür. Aşk, meşktir.

“Kim aşık olur da iffetini muhafaza eder, halini gizler ve bu yüzden ölürse
şehit olarak vefat eder.” diyen bir hadis-i şerif rivayet ediliyor.

Kalplerimizin incelmesi, yüreklerimizin güzellikleri tatması ve tanıması
açısından her insanin aşka ihtiyacı vardır. Bunu yasaklayamazsınız. Fakat
gizlilik esastır. Aşık olan insan aşkını herkese ilan edemez, bu ayıp bir
şeydir. Çünkü sevgilinin adi onun için kutsaldır. Sevilen insanin eskiden
beri adinin ulu orta söylenmesi aşık’ı incitir. Aşık olmak değil, aşkı
söylemek ayıptır. Çünkü aşk bir sırdır dedik. Aşkı mutlaka kötü yorumlamamak
lazımdır. Çünkü aşk olgunlaştırıcıdır. Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini
görebilmemizi sağlayacak en önemli vasıtalardan birisidir aşk. Gönlü açmak
ancak sevmekle olur. Aşktan kaçış ta yoktur, siz istediğiniz kadar
yasaklayın o, kişiye bir gün gelir. Seyh Galib’in dediği gibi “Birden bire
bu aşkı bu tuhfe bulanındır.” (Tuhfe:hediye)

Önce beşeri aşkın rafine edilmesi lazım, İlahi aşka yükselmesi için. Bir
insanin esine veyahut da bir başkasına beslediği aşk-i mecazi var. Daha
sonra bu insan Aşk-i İlahi’ye yükseliyor. Bu hal ailesine karşı olan aşkında
bir düşme göstermeyecektir. İlahi aşkın içerisinde beşeri aşkın cüzleri
zaten mevcuttur. İlahi aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini
sağlamlaştırır. Denizin içinde damla vardır; ama deniz damladan ibaret
değildir. Bugün aşkla ibadet edebilen bir insan, yarin ibadet eder gibi aşık
olabilir. Bugünkü isini aşkla yapan da, ayni isi yarin aşk ile
yapamayabilir.

Aşk sayesinde insan ebedilik kazanır ve lamekan olur. Aşk bir hiçliktir
tasavvuf neşvesinde. Fakat o hiçlikte kendinizi “hiç” hissettikçe var
olursunuz ve hiçlik büyük bir varlığa sebep olur. Can verirsiniz; ama can
verdikten sonra yaşamaya başlarsınız, kendinizi feda edersiniz feda olduktan
sonra şöhret olursunuz.

“Güzelsiz olmazız amma oluruz etsiz ekmeksiz”.

Beşeri boyutta aşkın mekanı ve zamanı çok kısıtlı, insanlar sadece birisinin
gözlerini görebiliyor. “Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni”
gözlerinden başka bir yerinden de bilmesi mümkün değil zaten. Böyle bir
kıyafet, böyle bir toplum yapısı, sokakta olmayan bir kadın. Beşeri aşkın
sadece gözyaşı getirdiğini, sadece acı getirdiğini, dolayısıyla bizim
şairlerimizin de “sevgili” diye hitap ettikleri insanların ancak kokularını
duyabildikleri; saba yeli sevgilinin saçının kokusunu getirdiği zaman,
acısının en fazla olduğu, yoldan geçecek diye günlerce yolda beklemek, bir
haber gelecek diye bir süzgün bakışına, bir gamzeli bakışına muhatap olurum
diye günlerce uykusuz kalmak. Bütün bunlar içerisinde beşeri ilişki ve
birliktelik çok sınrlı. Bu sınırlılık aşkın bir gömlek daha yükselmesini
sağlayabiliyor. İçinizde büyütüyorsunuz, hasretin çoğalması aşkın da
çoğalması demek.

“Eyitti ol peri bir gün düşüne gireyim bir seb, Sevincimden nice yıllar
geçiptir görmedim uyku” : O sevgili bir gün bana dedi ki hadi gönlün olsun
rüyana gireceğim bir gece, bu sözü duyduğumdan sonra sevincimden nice yıllar
geçiyor hala uyku uyuyamadım. Böyle bir tek söz, bazen bir çift göz ömür
boyu süren bir aşkın merkezidir. Böyle bir toplumda o güzellikten, o sözden
yola çıkan insan İlahi aşka gidebiliyor.

Aşkın en büyük özelliği ruh terbiyesine müsait olması. Seven daima niyazda,
sevilen daima nazda. Sonuçta insanin yaratılısındaki özü, mutlak suretle
hissetmesini sağlayacak bir acı ve kederle kalbi yumuşatmak, mumları
eritmektir. Kalp mumlaşıp mum da eriyince ister istemez bir yanış, “Hamdım,
pistim, yandım” olur. Yanma son noktadadır. Artık çeşitli tecellileri kabul
etmeye hazırız; hoşgörü, affetme, sabır ve hatta bütün ömrünüz boyunca
ulaşacağınız duyguları kapsar. Bunu yapmadıkça, kalp çiğ kalır, ister
istemez meseleleri de hazmetmek zor olur. Onun için ayrılık vardır, acı ve
hasret vardır. Aşkta vuslat yoktur, vuslat olduğu an aşk yoktur. Vuslat
aşkın düşmanıdır üstelik.

Bugünün nisanlılıkları üç ay, evlilikleri iki-üç sene sürüyor. Çünkü aşk
diye yaşanılan şeyler riyakarca yürütülen bir oyundan ibaret. Her iki taraf
da gerçek yüzlerini gizliyorlar, karşı tarafa hoş gelecek geçici bir hale
bürünüyorlar. Oğlan bir simit alıp gelesiye kadar, kız yeni bir sevgili
bulabiliyor mu kendine, ona bakmak lazım. Bu kadar vazgeçilebilir duygulara
aşk diyebiliyorlarsa onu sorgulasınlar.

Aşk sorgulanmalıdır; bir ilgi midir, bir sevgi midir, bir tutku mudur.
Anormalliktir; ama bu anormalliğe geçiş sürecinde bizim duygularımızı hangi
derecede, hangi merhalede tuttuğumuza bağlı. Bir üstünlük, bir ayrıcalık
vesilesi yani. Oysa bugün hepsine aşk diyoruz, hatta cinselliğe bile aşk
deniyor, aşk yapmak aşk adına çok küçültücü bir şey üstelik. İnsanin bir
ilgiyi aşk sanması; onun askıdır; fakat aşkın ancak bir nebzesidir. İçinde
aşk yok değil mutlaka vardır; ama askın ne kadarıdır iste ona bakmak
lazımdır. Mutlak aşktan herkes ancak nasibi kadarını alabilir.

Bir şeyin aşk olabilmesi için tutkulu olması, patolojik olması, anormal
olması gerekir. İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda
düğümleniyorsa; derin uykularda görülen rüyadan sonra bir daha uyku
girmiyorsa gözlere, sen bir mecliste adi anıldığında onun, inziva engin bir
boyut kazanıyorsa, hamasi bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle
ne dediğini bilmezleştiriyorsa insani, iste odur aşk. O ki, göz kapakları
kapandığında karanlıkları son bulmuyorsa, ne cür’et aşktan söz edile!?.

Eskiler “Ah mine’l-Aşk” yani “Ah aşkın elinden!…” demişler. Galiba biz de
“Ah Bine’l-Aşk ” yani “Ah aşka ulaşmak!…” demeliyiz.

İskender PALA