Fatih Sultan Mehmed Han

Fatih Sultan Mehmed Han

üstad

üstad
MUHASEBE Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri! Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri! Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâlide! Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide. Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası? Evet, kafam çatlıyor, gûya ulvî hastalık; Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık. Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem; Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem. Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!! Sen cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos! Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle; Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle... Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç! Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç! İşte bütün meselem, her meselenin başı, Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı! Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden, Daha keskin eliyle, başını ensesinden, Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına; Yerleştirse başını, iki diz kapağına; Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi! Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen, İçimde homurtular, inanma diye gülen... İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe! Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe? Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem! Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem, Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları, Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları; Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim; Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim! Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş! Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş... Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım! Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana; Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana. Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde? Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde! Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak! Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak; Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal. Mavalları bastırdı devrim isimli masal. Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin; Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin! Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta; Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta! Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni! Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni! Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak! Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak? 1947

16 Mart 2010 Salı

cleveland 2008


BAŞLANGIÇ

her şey konyada ki okulumun uzamasıyla başladı.ingilizcemin iyi olmasına rağmen ne erasmustan ne diğer programlardan yararlanabiliyordum.üniversitenin ilk yıllarıdan beri aklımdan çıkmayan yurtdışına çıkma hayali 2008 yazında gerçek olabilirdi wat programını araştırdım.ve son sınıfların da başvurabilme hakkıyla ankarada ki bir şirkete başvurdum. tarih mart 2008
ROAD SHOW
mart 2008 in ortalarında ciee roadshowa katıldım.sırayla işverenlerle görüşülüyordu istanbulda the marmara hotel de hmshost şirketinin yetkilisi linda farrell a görüştük
ilk başta iyi bir insan profili çizen bu orta yaşlı amerikalı hanımın melek maskesi takmış bir şeytan olduğunu ve amerikada beni çok zor günlerin beklediğini bilsem belki hemen orada vazgeçerdim.ama iyi ki öyle olmamış.kadın bize hangi eyaleti seçeceğimizi sordu ben önce newjersey istiyordum çünkü dayım ordaydı ama maalesef orda yer kalmamış geriye chicago texas ve cleveland kalıyodu.nedense cleveland bana iyi bir seçenek gibi göründü ve orayı seçtim.linda hanım bize iletişim bilgilerini hms hosta nasıl gideceğimi havaalanında beni kimin karşılayacağını tek tek anlattı o gün sakallıydım işe gelirken düzenli traş olmamı tembihledi.ve iş sözleşmesini imzaladı.ben de otelden kafamda soru işaretleriyle beraber ayrıldım.şirkete daha para vermemiştim ve vazgeçebilirdim.1 hafta araştırma yaptım.ve şirkete 800 avroyu bayıldım.

VİZE BAŞVURU SÜRECİ
13 saatlik tren yolculuğuyla konyaya geri döndüm.sınavları verip okulu bi daha uzatmadan amerikada yüksek lisans hayalleriyle derslere daha bi sıkı sarıldım.herkesle vedalaşmaya başladım.
nisan ayının ortalarında ds formum geldi.vize görüşmem 10 mayısta 9 mayısta ankaraya gidip ankarada okuyan liseden arkadaşlarla buluştuk.daha önce vize görüşmesine girmiş arkadaşımdan tiyoları alıp.sabah 9 da konsolosluğun yolunu tuttum.
konsoloslukta vize almaya çalışan göçmenlerin arasından kıvrılıp sıra numaramı aldım ve beklemeye başladım . görevli bayan adımı okulumu bölümümü babamın işini sorup have a nice holiday dedi.heyecandan did ı got the visa dedim.sure sözünden sonra konsolosluktan uçarak çuktım.

oryantasyon
mayısın sonunda ankara sherıton(şerıtın)otelde ciee nin oryantasyonuna gittim.çokta gerekli bir şey olmadığını öğrendim.kısaca kadın her sorunda call ciee diyodu.bende bu numaraya ilk andan itibaren bir çok kez aradım.
devamı haftaya....

İSTANBUL
Haziranın 8 inde son final sınavıma girdikten sonra bu arada okulu uzatmıştım 6 tane alttan dersim vardı.en zor ders olan finansal yönetimden 3.kez tecrübe ettiğim sınava da girdikten sonra konyayla ömür boyu türkiyeylede birsüreliğine ilişkim bitmiş gibi görünüyordu.uçak biletim 12 haziran saat 16 idi galiba.İstanbula bilet alıp 9 haziran sabahında şehri istanbula vardım.zeytinburnuna teyzeme gittim.o nun durumdan haberi var zaten bütün belgelerimi(ds-pasaport-kimlik)fotokopilerini çekip teyzeme verdim.Artık bi kaç kez gördüğüm istanbulu gezmeye başlayabilirim hemen hemen bütün tarihi yerlerini gezdim son öğrenci indirimimle arkadaşlarımla görüştüm.12 haziran saat 14 te atatürk havaalanındaydım.o güne kadar sadece antalya havaalanını görmüştümve uçaklara uzaktan bakanlardandım.ilk uçak seyahatim olacaktı ve 11 saat sürecekti.valizimi sırt çantamı ve postacı tipi çantamı 1 büyük 2 küçük luggage ım vardı.valizi tartıp uçağa gönderdiler.diğerlerini yanıma aldım.delta hava yollarıyla 700 euroya uçuyordum bu arada.görevliler yardımcı oldu.benim gibi 3-4 tane daha wat öğrencisi vardı gerisi türkiye-abd arası mekik dokuyan orta yaşlı kişiler ve orada eğitim gören türk öğrencilerdi.pek fazla amerikalı yoktu.valizleri verdkten 10 dakika sonra uçağın saat 20.00 de kalkacağını öğrendim.teyzeme geri döndüm.saat 18.00 de geri geldim bu sefer de saat 22.00 ye ertelenmiş uçuş.bize yemek fişi verdiler 10 liralık kadar.orada bir pizza yedim diğer watçı arkadaşla beraber o da alaskaya gidiyormuş.bu arada unuttuğum bişey babamı saat 13.00 de aradım.ben amerikaya gidiyorum diye(vadafone reklmındaki gibi:) ) ablam allhtan sabahtan söyemiş babam tamamen karşı olmasına rağmen amerikaya gidene kadar o gün içinde 4 kere aradı uçak dha kalkmadımı gidince haber et diye.saat 10:00 gibi uçak piste yanaştı. ayakkabılara kadar çıkarıp x-ray dan geçtik.ve nihayet 10.30 gibi uçaktaydık.pencere kenarında ki yerimi aldım.yol arkadaşım türkmenistanlı bir wat öğrencisiyidi onunda 2.yılımış ve orlando ya oyun parkına gidiyormuş.uçak nihayet hareket etti 10-15 dakika düz gittikten sonra burnunu havaya kaldırıp bir süred öyle gitti en heycanlı kısmı o bide inerken.sonra yavaş yavaş düzeldi ve istanbulu ayaklarımızın altına aldık.ilk uçak deneyimi unutulamayacak birşey.ilk 1 saat bir şey olmadı sonra ı-94 formunu doldurduk.film izledik 2 tane müzik dinledim sigarasızlıkan kafayı yedim sohbet ettik dergileri okudum bulutları seyrettim uyuyamadım velhasıl 11 saat geçri karşımdaki ekranda 5 dk sonra ny ta olacağımız bildirildi.ve uçak kalktığı gibi heyacan verici bir şekilde piste indi.eşyalarımı alıp alaskaya devam edecek arkadaşlarla havaalanının içindeki koridordan polis kontrol merkezine ve valizleri alacağımız yere vardık.


devamı yakında.....

JFK HAVAALANI
Şişman polis memuru bir sen eksiktin amerikada der gibi yüzüme baktı.yorgun gözlerle yüzüme vizeme baktı.parmak izi mi kontrol etti.I 90 formumu imzaladı.ve artık resmen amerikadaydım saat gece 3.00 cebim de 500 dolar toplam 500 lira limitli 2 kredi kartı ilk alışverişimi poaça tarzı tatsız tuzsuz bişi ve aşırı tatlı sütlü kahveyle yaptım.14 saat sonra ilk sigaramı içtim.adamın biri elindeki valizi açtı o da ne için den 1 köpek çıktı meğerse o köpekle için özel taşıma çantasıymış.daha önce hiç görmemiştim.köpek mezarlarını da ilk kez amerkada gördüm.köpeklerin saltanat sürdüğü bir memleket.neyse türkiyedeyken ayırtığım ny-cleveland 100 dolarlık biletimi almaya delta hava yollarına gittim airtrain le.deltanın kendi özel binası var.ordaki siyahi bayan biletimin rezervasyon süresinin dolduğunu ve yeni biletin 400 dolar olduğunu söyledi ilk uçak sabah 9.00 daydı.o kadar param olmadığını öğrenci indirimi falan olup olmadığını sordum.kadın son anda bilet alson böyle olur.işte dedi.sonra bana 370 dolar dedi.hala pahalıydı.biraz daha dolaşıp diğer hava yollarına baktım .döndüğümde kadına bir şeyler yapıp yapamayacağını sordum bi kaç yeri aradı ve sonunda 280 dolara bileti aldım.200 dalorı peşin 80 doları maximum kartla verdim.ve jfk da dört dönmeye başladım.ciee yi aradım geldiğimi söyledim.türkiyedeki şirketimi de aradım.tabi ilk önce ailemi aradım.havaalanında calling card vermişlerdi onun tamamını kullandım.ve saat 8.00 de deltanınbinasına gittim ve uçağı beklemeye başladım.orada da başka eyaletlere giden türkler vardı ve 100 metre öteden anlıyodunuz türk olduklarını.uçağa bindim bu sefer körükle değilde direk uçağın yanından çıkan bir merdivenle bindik uçağa küçü kbir uçaktı ve ikram kraker ve meyve suyuyla sınırlıydı film falanda koymadılar zatn 2 saat olmadan cleveland semalarındaydık yukardan öbe öbek ağaçlar ve düzgün dizilmiş evler her 50- 60 evin yanında bir park. baseball ve football sahası.bu görüntü clevelanda hayran kalmam yetti.inmeye 5 dakika kala hostese iş adresi mi sorum oraı bilmiyodu ama türkçe merhaba nasılsın demeyi biliyordu çok sempatik yaklaştı daha önce istanbula uçmuş ve çok beğenmiş.ve nihayet clevelad hopkins havaalanındaydım yine ilk işim sigara içmek oldu bu sefer yamyam bi taksici nereye gideceğimi sormadı.insanlar ny takinden daha sakin ve sıcakkkanlıydı.50 cent atıp beni oradan alacak kişinin cep telefonunu aradım ama sesli mesaj servisi çıktı.sonra bi çocuk geldi.cedar pointe gidecekmiş onuda almaya gelen olmamış telefon açamayıda bilmiyo.bende de onda bozuk para yok kadının birine 5 dolar uzatıp bozmasını istedim. 2 tane 50 cent verip bir şey istemedi teşekkür ettik o çocuğa da cevap veren çıkmadı.ordaki bi adama nasıl gideceğimizi sorduk ben trenle 30 dakka gittikten sonra otobüsle 35 dakkada işyerime varabilirmişim.ama diğer çocuğun gideceği yere bir vasıta yokmuş adam çocuğu götürebileceğini söledi o gitti.bende trene doğru yol aldım.tren dediysem bizdeki banliyo treni gibi ama makinisti yok.5 dolar verdim görevliye bir makinaya attı parayı makina bozuk olarak geri verdi. 2 dolar atıp turnikeden geçtim ve trene bindim.ilk bindiğimde bir afiş dikkatimi çekti şüpheli bir şey görürseniz 911 i arayın 11 eylül olayları baya korkutmuş maerikalıları ormanın ve küçük kasabaların arasından sıyrılıp yer altıan inidik tower city last station.konyada ki kule site gibi ama altında tren garı var . 3 kat çıktıktan sonra cleveland merkezdeydim.hemen bir sigara daha yaktım.otobüs durağına gittim.bir zenci yaklaşıp sigara istedi 1 -2 tane kalmıştı vermedim.hangi otobüsün nhms hosta gideceğini sordum f11 di sanırım.beklemeye başladım. sarı tişörtlü telsizli bi adam var dı üstünde city help yazıyodu ona sordum otobüs ne zamn gelir diye hemen telsizle bir aradı gayet ciddi bir şekil de bana yardımcı oldu.ve saat 14.40 tı 15 .00 de otobüsüm geldi zenci ibir bayan sürüyodu otobüsü.10 dolar çıkardım 2.75 miş tek gidiş sınırsız bilet 4 dolar.kadın bozuk olup olmadığını sordu yok dedim. yabancı olduğumu öğrenci olduğumu söledim geç otur dedi. 40 dakka sonra sonra sondurağa geldik. kadın 20 dakka düz yürü senin şirket orda dedi elimde valizlerle kan ter için de hms host towpath travel plazaya vardım.

devamı yakında...

hms host towpath travel plaza
leş gibi olmuştum. terden yorgunluktan susuzluktan.deodorantımısıkıp bir sigara yakıp seyre daldım yeni işyerimi.bizim turistik dinlenme tesisleri gibi bir yer petrol istasyonu ,fastfoodlar,wc banyo çamaşır makineleri ,hediyelik eşya dükkanı herşey vardı. akrondan clevelanda gelenler yada pittsburgdan clevelanda gelenler dev otobandan yolu geçenler için bir durakrtı burası benim içinse ekmek teknesi 3 ay sürmesini umduğum yeni mekanım.sigara mı bitirip içeri girdim.ilk gördüğüm kişiye hms host nerde diye sordum kfc yi gösterdiler.orda kevın vardı çalışma arkadaşım.onu daha tanımıyodum ona sordum linda farrel a görüşecem diye ne biliyemi linda ohio bölge müdürüymüş mağaza müdürü mary geldi yüzünde telaşlı bi ifade sen kimsin dedi anlattım belgelerime baktı otele git dedi bilmiyorum oteli dedim. şurda otur bekle dedi. sanki gelmemden çok memnuniyetsiz bir ifadesi vardı. oturduğum gibi kafamı masay koyup uyumaya başladım.hey wake up we are going konuşan ekvadorlu bir kızdı.adı gisela neyse kırmızı bir minübüs kapıdaydı.içeri girer girmez selamğn aleyküm kardeş dedi bir kafam dönmüş aleyküm selam dedim fatihti konuşan gidene kadar konuştuk.ve sonunda motelimize geldik holiday inn in yanında howard johnnsan motel minübüsten inip odama yerleşmeye başladım.
devamı yakında....

HOWARD jOHNNSAN MOTEL
O da yaklaşık 80 metrekare büyüklüğündeydi.oda da 2 tane çift kişilik yatak bir televizyon,buzdolabı ütü ve masası ,masa,2 sandalye ,banyo,mikrodalga,ve elbise dolabı vardı.o da arkadaşlarım 2 türktü biri kayserili diğeri ordulu ordulu olanla türkiyedeyken msn de tanışmıştık diğeriyle orada tanıştık.ikiside kafa dengiydi.hemen yattım 2 saat uyumuşum kalktığımda diğer türklerin yanına gittik.fatih.aytaç,ali,mustafa ve gözde hepsi ıspartada öğrenciymiş.herşey önce bir hayal bir rüya gibi geldi bu jetlag olayı beni fena sarstmıştı.bana oteli gezdirdiler.howard johhson ın yanında holiday inn express hotel vardı.bir tane ortak bilgisayar,havuz jakuzi sauna spor salonu ve yemek salonundan bizde ücretsiz yararlanabiliyoduk tabiiki sınırsın ücretsiz kahve ve çaydan da.otelin dışında pilot benzin istasyonu vardı ve 5 dakika uzaklıktaki tek market ve wendy's ordaydı.sigara aldık winston 4.30 dolar ama if you buy 2 packet u save 1 dolar yani 7.60 dolara 2 paket winston aldım.değişik bi dizaynı vardı hem soft hem box yandan açılabilen winston box yapmışlar.saat 11 gibi herkes yattı bende yattım sabah 6 da kalktık ve işyerimdeki ilk gün için yeni güne uyandım biraz heyecan vardı tabii...

devamı yakında...
, hms host great lake travel plaza

howard johnson ın resepsiyonuna gidip muffin muz ve kahvede oluşan kahvaltımı yaptım bu muffinler ve kahve sınırsız ve bedavaydı ama 2 tanesi insanı doyurmaya yetiyodu.kahve bölümünde 5 çeşit şeker böyle küçük paketlerde kahverengi beyaz toz halinde küp halinde ve pudra şekeri halinde şekerler ve yine küçük paketlerde kremalar vardı.aslında o sıvı şeklindeki kremalardan burdada olsa türkiyede hoş olurdu amerikadan özlediğim şeylerden biride odur.6:30 servis şöförümüz jerry bizi almaya geldi ekvatorlular romenler bulgarlar ve biz türkler 10 kişi servise bindik jerry 40 yaşlarında komik bi adamdı yodaki araçlarla konuşuyo eliyle bazuka yapıp onlara ateşediyodu bir yandanda bizimle konuşuyodu.20 dk sonra great lake travel plazaya oryanyasyona girdik.great lake towpath in karşısıda arada otoban var yürüyerek otobandan karşıya geçmek yasak normalde 5 dk kalık mesafe dolanarak 15 dk sürüyor.great lake towpathin aynısı yapı olarak ve dikkatimi çektiki ny ka giderken otobüsün durduğu travel plaza lard hememn hemen aynı mimariye sahip.great lake d bizi oarnın müdürü karşıladıben ve yeni gelen 2 romen sabina ve mirellayı alıp bi odaya götürdü ve orada yaklaşık 1 saat formlar okuduk imzaladık iş güvenliğiyle ilgili cd izledik.müdür bize ne zaman işi bırakacağımız sordu ben 17 eylül demiştim.bize eğer sölediğimiz tarihten önce ayrılmazsak ekstra 200 dolar ödeyeceklerini söledi ne yazıkki ben o parayı alacak kadar uzun duramadım.saat 11 e gelmişti sabina mirella ve ben tekrar jerrynin minübüsüyle otele döndük. otelde kimse yoktu herkes işteydi biz de yarın 8 saatlik ilk iş günümğze başlayacaktık.o günün geri kalanı tv izlemek ve uyumakla geçti eee yarın için biraz enerji depolamak gerekliydi.
devamı yakında...
great lake travel plaza
uyanıp aynı muffinli kahveli kahvaltıdan sonra kapının önünde günün ilk sigaralarını içip servisi beklemeye başladık jerry geldi yine çılgın şöförümüz kendine özgü komik olmayan ama güldüğümüz esprileriyle beraber bizi işyerine ulaştırdı.ali fatih ve ben burger kingte başladık yeni bir iş gününe gözdede kasiyerdi ama onlar geleli 1 hafta olmuştu benimse 2. günümdü iş kolaydı patatesler kızartılıyor hamburgerler hazırlanıp verilen siparişe göre kasiyere gönderiliyordu ordaki ekranda hangi hamburgerden kaçtane yapmamız gerktiği yazıyordu.travel plazalar otobüslerin ve ailelrin mola yeri olduğu için baya yoğun oluyordu o gün deli gibi hamburger yaptık mısırlı olduğunu ve tıp öğrencisi olduğunu söyleyen maghdi bu yoğunluğun nothing olduğunu söyleyince biraz tedirgin oldum iş kolaydı ama insan ister istemez yoruluyordu.maghdi babasıyla beraber çalışıyordu amerikaya göçmen olarak yerleşmişlerdi.3 günüm burger kingte çalışarak geçti o 3 günün sonunda beni asıl yerim olan towpath travel plazanın kfc ve pizza hut ın beraber bulunduğu restoranına gönderdiler.40 günlük towpath günlerim böylece başlamış oldu.
devamı yakında.......
cleveland şehri
ilk hafta otelden işe işten otele şeklinde gayet monoton şekilde geçti.bazen 10 dk uzaklıktaki subway a gidip sandwich yiyorduk yada yakınlardaki cafede dondurma yemeye gidiyoduk.ilk off günümde şehir merkezine gidecektim.sabah 6 da kalkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladım etrafta kimse yoktu ne de yoldan geçen arabalar vardı yolun sağ tarafında evler ve çimenler ağaçlıklar vardı biz şehirden uzakta olduğumuz için kaldırım yoktu bende yoldan yürüyerek otobüs durağına vardım.yoldayken karşı yoldan bir polis aracı geçmişti durakta beklerken o araç yanıma geldi içinden 2 polis memuru geldi.selam verdiler neden yoldan yürüyüp çimenlerden yürümediğimi sordular bende çimlere basmannın yasak olabileceğini ve yolda geçen araç olmadığını söyledim polis çimenlerden yürümem gerektiğini yoldan yürümenin tehlikeli ve yasak olduğunu söyledi bend birdaha olmaz dedim sabahın bu saatinde naptığımı sordu şehri gezeceğimi söyledim nerden geldiğimi ne iş yaptığımı falan sordu pasaportumu aldı polis aracına gidip telsizden ismimi okudu 30 dk ka geçmişti ve ben sinirlenmiştim polise her otobüz durağında bekleyeni durdurup pasaport kontrolü mü yapıyosunuz dedim hayır sadece sabajın köründe bekleyenlere yapıyoruz ve seni yabancı gördük buralarda dedi sonra pasaportumu verip iyi günler diledi.ve nihayet otobüs geldi içinde bi kaç zenciden başkası yoktu şöförde zenci bir bayandı otobüsün içindeki makinaya 4 tane 1 dolar yerleştirip allday card aldım bu kartla o gün sınırsız kere otobüse binebilirdim.ilk gitmek istediğim er cleveland state universty idi 35 40 dk ka sonra csu nun durağında indirdi beni şoför abla.saaat 7 civarıydı ve ben o gün muffinli kahvaltıdan yapmamıştım. starbucksa girip üzümlü kek ve kahve aldım 4 dolar civarı bişey ödedim.parayı öderken kasiyer kız nereli olduğumu sordu tr diyince müdürümüz şebnem de türk dedi ama şu an burada değil.starbuckstan elimde kahvemin kalan yarısıyla kampüse doğru ilerledim.banklarda oturan ve sigara dilenen homelesslardan başka fazla kimse yoktu o günün pazar olmasıda etkiliydi sanırım bu durumdan.kampüse girdim ve işletme fakültesine girdim.ordaki temizlikçiden öğrendimki pazar günü hiçbir hıca olmazmış ordan çıkıp great lake e doğru yürümeye başladım.zatenfutbol sahası rock müzesi bilim müzesi yani gezilebilecek yerler gölün etrafında toplanmışstı.
devamı haftaya...









great lake rock museum

Rock and Roll Hall of Fame ahmet ertegün ismini gördüğümde şaşırdığım ve daha sonradan internette hayatını araştırırken rock muzesinde isminin bulunma sebebi
atlantic recordsun kurucusu olması ve rock müzikle ilgili bir vakfın başkanlığını yapmasıymış.müzede ki görevliye ahmet ertegünün de benim gibi türk olduğunu gururla söyledim.müze cam bir pramit şeklinde dıştanda içtende büyüleyici bir mekan müzede gezerken rock tarihi hakkında bilgi edinebileceğiniz yazılar rock starların gitarları hatta motorsikletleri bie var clevelanddaki kilise korosu yada okulların amatör grupları bu binada halka açık konserler veriyor dinlemeye gelenlerin sayısıda azımsanmayacak kadar çok müzeden çıkarken gift shoptan alışveriş yapmak isterdim ama tahmin edebileceğiniz gibi diğer mağazadaki fiyatlara bakınca 30 dolara bir t shirt almak akıl karı değildi rock müzikle pek alakam olmamasına rağmen müzede 1 saatten fazla gezdikten sonra rock museum un hemen yanında yer alan ve benim daha çok ilgimi çeken science museum binasına girdim.zaten dışardan da hayli ilginç görünen bu binanın içi de bi okadar ilginç ve eğlenceli.

greatlake science museum

10 Mart 2010 Çarşamba

Uşşak Şarkılar


Uşşak Şarkılar
AKŞAM OLDU HÜZÜNLENDİM
Akşam oldu hüzünlendim ben yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine
Gel mehtabım gel sevgilim gel yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine

ALİŞİMİN KAŞLARI KARE
Alişimin kaşları kare/Sen açtın sineme yare
Bulamadım derdime çare aman
Görmedin mi ah civan Alişimi Tuna boyunda

Evleri var hane hane/Benleri var tane tane
Saramadım kane kane aman
Görmedin mi ah civan Alişimi Tuna boyunda

HAYDAR HAYDAR
Ben melanet hırkasını kendim giydim eğnime
Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne
Ah Haydar Haydar taşa çaldım kime ne

Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni
Ah Haydar Haydar seyreder alem beni

Gah giderim medreseye hu çekerim Hak için
Gah giderim meyhaneye dem çekerim aşk için
Ah Haydar Haydar dem çekerim aşk için

Sofular haram demişler bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne
Ah Haydar Haydar dem günah benim kime ne

Nesimi’ye sormuşlar yarin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım oyar benim kime ne
Ah Haydar Haydar oyar benim kime ne

BİR TATLI TEBESSÜMÜN
Bir tatlı tebessümün bin vuslata bedeldir
Gözlerin(3) hayat verir aşkın ise eceldir
İnan sevgilim sana benden başkası eldir
Gözlerin(3) hayat verir aşkın ise eceldir

BU AKŞAM GÜN BATARKEN GEL
Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel

Cefa etme bana mahım
Sonra tutar seni ahım
Üzme beni şivekarım
Sakın geç kalma erken gel


DERELER ÇAĞLAR OLDU
Dereler çağlar oldu /Gözlerim ağlar oldu
Bir yare gönül verdim /Meskenim dağlar oldu
Yaktın yandırdın beni zalim aldattın beni

Ağlarım yandığıma/Yanarım kandığıma
Dağlar taşlar dayanmaz/Benim dayandığıma
Yaktın yandırdın beni zalim aldattın beni

DAĞLAR DAĞLAR
Ellerimle büyüttüğüm
Solar iken dirilttiğim
Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin
Dağlar dağlar kurban olam yol ver geçem
Sevdiğimi son bir olsun yakından görem

Kuşlar döndü güller soldu
Yüce dağlar duman oldu
Belli ki gittiğin yerden kara haber var
Dağlar dağlar kurban olam yol ver geçem
Sevdiğimi son bir olsun yakından görem

FINDIKLI BİZİM YOLUMUZ
Fındıklı bizim yolumuz eşim aman aman
Hovarda hovarda çıktı da soyumuz
Bu bizim eski huyumuz eşim aman aman

Sen hancı ben yolcu çatma da kaşların
Sar dola boynuma kolların

Fındıklı’dan gelir geçersin aman aman
Salına salına sigara da içersin
Ne alır ne vaz geçersin aman aman

Sen hancı ben yolcu çatma da kaşların
Sar dola boynuma kolların



GEMİM GİDİYOR BAŞTAN
Gemim gidiyor baştan /Yelkenleri kumaştan
Açılıp denizlere/ Dolaşacağım baştan

Deniz eri al demiri vira vira vay
Dolaşalım limanları sıra sıra vay

Gemim yolcu yük taşır/Limanları dolaşır
Akdeniz bizim deniz/Olmaya pek yaraşır
Nakarat
Gemim gider durmadan/Halatları sırmadan
Ayyıldızlı bayrağım dalgalanır durmadan
Nakarat



GURBET O KADAR ACI Kİ
Gurbet o kadar acı/Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı/Hepsi başka biçimde
Ne bir arzum ne emelim/Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde

Eriyorum gitgide/Elveda her ümide
Gurbet benliğimi de/Bitirdi bir biçimde
Ne bir arzum ne emelim/Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde



GÜN AĞARINCA BOYNUM BÜKÜLÜR
Gün ağarınca boynum bükülür
Dalarım uzaklara gönlüm sıkılır

Sorma ne haldeyim sorma kederdeyim
Sorma yangınlardayım zaman zaman
Sorma utanırım sorma söyleyemem
Sorma nöbetlerdeyim başım duman

Ah bu yangın beni öldürüyor yavaş yavaş
Kor kor alevler yanıyor içimde
Aşkın beni kül ediyor

Sorma ne haldeyim sorma kederdeyim
Sorma yangınlardayım zaman zaman
Sorma utanırım sorma söyleyemem
Sorma nöbetlerdeyim başım duman

GÜN GELİR DE BENİ UNUTURSUN
Gün gelirde beni unutursun(2)demiştin
Kalbimdeki bu derdi uyutursun(2)demiştin

Ne ben seni unutabildim
Ne bu gönlümü avutabildim
Ne bu derdimi uyutabildim
Unutamam seni (3) unutamam

Aşkını çekerim geleceksin(2) diyerek
Belki gözyaşımı sileceksin(2) diyerek
Nakarat


HANİ SÖZ VERMİŞTİN BANA
Hani söz vermiştin bana içmeyecektin
Yine başın dumanlı kirpiklerin ıslak
Gözlerin kanlı kanlı ah delikanlı
Ağlamayacaktın sızlamayacaktın
O zalimin adını anmayacaktın
İçip içip hep böyle yanacak mısın
Resmini eline alıp bakacak mısın
Yollarına bakıp da ağlayacaksın
Nakarat


MEHTAPLI GECELERDE
Mehtaplı gecelerde hep seni andım ah(2)
Belki gelirsin diye boş yere yandım ah(2)
Yeter Allah’ım yeter çektiğim çile ah (2)
Belki gelirsin diye boş yere yandım ah(2)

NE MEKTUP GELİYOR NE HABER
Ne mektup geliyor ne haber senden
Söyle de bileyim bıktın mı benden
Her akşam güneşin battığı yerden
Gözlerin doğuyor gecelerime

Geçilmez gurbetin sokaklarından
İçilmez suların pınarlarından
Öptüğüm o ıslak dudaklarından
Sözlerin doğuyor gecelerime

Çileli doğmuşum zaten ezelden
Hasrete alıştım ne gelir elden
Yaşlı gözlerime baktığın yerden
Gözlerin doğuyor gecelerime

NİYE ÇATTIN KAŞLARINI
Niye çattın kaşlarını
Bilmim yar suçlarımı
Ben ölürsem saçlarını
Yolma gayrı yolma leyli(4)

Ben yandım aşkın narına
Meyletmem dünya malına
Ben ölürsem mezarıma
Gelme gayrı gelme leyli(4)

PENCEREDEN KAR GELİYOR
Pencereden kar geliyor
Arkama baktım yar geliyor vay aman aman(3)hey
Terzi kolların kırılsın
Yarimede yelek dar geliyor vay aman aman(3)hey

Penceresi siyah perde
Nasıl da düştüm ben bu derde…
Ben bu dertten iflah olmam
Nasıl yatam kara yerde…

SEVGİ DOLU ŞU GÖNLÜM
Sevgi dolu şu gönlüm bir kuş gibi kanatlı
Dünyam seninle güzel hayat seninle tatlı
Sen benim her şeyimsin canımsın candan yakın
Unutur sanma sakın unutmam unutamam
Sevginle yanar gönlüm bağrımdaki ateşsin
Dünyamı aydınlatan hayat veren güneşsin
Nakarat


SİGARAMIN DUMANI
Sigaramın dumanı/Yoktur yarin imanı
Altından köşk yaptırdım/Gümüşten merdivanı

Oy Güllü Güllü Güllü/Peştemalı püsküllü
Hanım etme bu nazı/Gel bize bazı bazı
Bize Harputlu derler/Biz çekmeyiz bu nazı

Harputtan aldım bakır7Yosmam gözlerin çakır
O çakır gözlerine/Kurban olsun bu fakır
Nakarat

SEVENLER MESUT OLMAZ
Sevenler mesut olmaz derlerdi inanmazdım
Şimdi mesut değilsin bilseydim bağlanmazdım

Ben cihanı kederin hem kışı hem yazıyım
Yeter ki sen mesut ol ben her şeye razıyım
Gel artık dön artık ömrümüz geçmeden
Canım sevgilim

Günahın benim olsun sevabım senin olsun
Diliyorum Mevla’dan sevenler mesut olun
Nakarat

SİYAH EBRULERİN
Siyah ebrulerin duruben çatma
Gamzen oklarını aşkıma atma
Sana gönül verdim beni bırakma
Benim gözüm nuru gönlüm süruru

Yemeden içmeden külli beriyim
Senden ayrılalı cansız diriyim
Sinen üstünde kuru deriyim
Benim gözüm nuru gönlüm süruru

Öğüttür verdiğim tut benim sözüm
Severim demeye tutmadı yüzüm
Ah efendim benim aiki gözüm
Benim gözüm nuru gönlüm süruru

SOKAĞIN ARDINDAYIM
Sokağın ardındayım/Sabahın dördündeyim
Eller tatlı uykuda/Ben yarin peşindeyim

Senin yüzünden bitmiyor derdim
Bir sevgi uğruna ben ömrümü verdim

Sokağın ardı çarşı/Evimiz karşı karşı
Sevgilim barışalım/Dosta düşmana karşı
Nakarat

ZULMETLE AYRILIK BESTESİ YAPAN
Zulmetle ayrılık bestesi yapan
Beni düşünceye salan geceler
Ruhumda titreyen son nuru kapan
Neşeyi ümidi çalan geceler
Geceler geceler(3) ah geceler
Yeter yeter artık bu kadar çile
Nedamet hissiniz gelmez mi dile
Ufukta beliren ilk ışık ile
Ağarmış saçımı yolan geceler

BENZEMEZ KİMSE SANA(Beyati)
Benzemez kimse sana tavrına hayran olayım
Bakışından süzülen işvene hayran olayım
Lutfuna ermek için söyle perişan olayım
Bakışından süzülen işvene hayran olayım

KADİFEDEN KESESİ
Kadifeden kesesi
Kahveden gelir sesi
Oturmuş kumar oynar
Ciğerimin ah ciğerimin köşesi

Aman yolla Beyoğlu’na yolla
Aman yolla İstanbul’a yolla
Yolla yolla yar yolla

Kadife yastığım yok
Odama baktığım yok
Kitaba el basarım
Senden başka aman senden başka dostum yok
Nakarat

YANGIN OLUR BİZ YANGINA
Yangın olur biz yangına gideriz
Düz ovada keklik gibi sekeriz
Yokuşlarda şahin gibi uçarız

Sandık sandıklar içinde çok şanımız var Hazreti Mevla’ya yalvarmamız var

Beyoğlu’ndan kalktık sandık selamet
Galata’ya vardık koptu kıyamet
Hurşit Reis sandık sana emanet

Sandık sandıklar içinde çok şanımız var Hazreti Mevla’ya yalvarmamız var





BİR FİNCAN KAHVE OLSAM
Dün akşam yolda gördüm seni yıllardan sonra
Bir yabancı gibiydin dönüp bakmadın bana
Bunu senden ummazdım çok kırıldım ben sana

Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı
Ömrümü sana verdim dönüp baksan ne vardı

Belki görmem bir daha seni ömrüm boyunca
Üzülüp ağlar mıydın öldüğümü duyunca
Eline ne geçerdi beni kabre koyunca
Nakarat

SEVEMEDİM KARA GÖZLÜM
Sevemedim kara gözlüm seni doyunca
Hep kıskandım seni elden yıllar boyunca
Kuşlar gibi ikimiz bir yuva kuralım
Ayırmasın Mevlam bizi ömür boyunca

Aramıza kimse gelip girmesin
Ayırmasın Mevlam bizi ömür boyunca

Bana cefa ediyorlar bilmem nedendir
Benim korkum senden değil kaderimdendir
Herkes bana deli diye gülüp geçiyor
Senin aşkın beni kara gözlüm deli ediyor

Aramıza kimse gelip girmesin
Ayırmasın Mevlam bizi ömür boyunca

KAHVERENGİ GÖZLERİN
Sanki billur bir pınar
Kahverengi gözlerin
Ruhuma neşe sunar
Kahverengi gözlerin
Gözlerin yar gözlerin(2)
Gözlerin

Rüzgarlar kadar serin
Ufuklar kadar derin
Senin en güzel yerin
Kahverengi gözlerin
Gözlerin yar gözlerin(2)
Gözlerin

Mehtapta benzer aya
Bakarım doya doya
Sanki tatlı bir rüya
Kahverengi gözlerin
Gözlerin yar gözlerin(2)
Gözlerin


AYRILIK KOLAY DEĞİL
Ayrılık kolay değil
Onu sen gel bana sor
Günlerim yalnız seni
Aramakla geçiyor

Kader ayırdı bizi
Elimizden ne gelir
Sabrın sonu selamettir
Başa gelen çekilir

Bahtiyar olamadım
Garibim şu diyarda
Bir gün bende ölürsem
Arkamdan sen ağlama

Kader ayırdı bizi
Elimizden ne gelir
Sabrın sonu selamettir
Başa gelen çekilir


NE FAYDASI VAR

Ne Mecnun Ne Leyla Bir Çare Bulmuş
Ayrılık Her Aşkın Kaderinde Var
Kendini Zorlama Tatli Sözlerle
Teselli Etmenin Ne Faydası Var

Sanki Bir Gün Çıkıp Gelecek Misin
Sensiz Ne Haldeyim Bilecek Misin
Gözümden Yaşları Silecek Misin
Ağlama Demenin Ne Faydası Var

Buraya Kadarmış Yolumuz Demek
Acıyla Bağlanmış Sonumuz Demek
Tek Çare Tanrıdan Sabır Dilemek
Kadere Sitemin Ne Faydası Var



Söz : Ahmet Duyar
Müzik : Selami Şahin
KISMET DEĞİLMİŞ MUTLULUK
Kısmet değilmiş mutluluk
Unutmaya çalışırım
Bir sevenim olur elbet
Sevmesen de alışırım

Sen de açsam da gözümü
Yoktur bu aşkın çözümü
Zaman avutur gönlümü
Sevmesen de alışırım
Hasretine alışırım

Hep aynı kalsa acılar
İnsanoğlu nasıl yaşar
Bir gün küllenir anılar
Sevmesen de alışırım

13 Şubat 2010 Cumartesi

tek hece aşk


TEK HECE

Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğine Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim taç ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hat'rım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Benim için yaratıldı Muhammet!
Benim için yağdırıldı o rahmet!
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Enbiyanın yüzündeki nur benim...

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim...

4 Şubat 2010 Perşembe

YA RAB BELAYI AŞK İLE KIL AŞİNA BEN

Ya râb belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni

Az eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni

Oldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni

Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beni

Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola getürmek saba beni

Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni

Fuzuli

3 Şubat 2010 Çarşamba


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.

Işıgi gördüm, korktum.

Ağladım.


Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.

Gün geldi sonsuz karanlığa ugurladım sevdiklerimi. ..
Ağladım.


Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalinan zamanlar olduğunu

öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi ögrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin saglam zemini üzerine kurulduğunu

ögrendim.

Insan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu. ..
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.


Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydinlatmanin yollarini ögrendim.
Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni aydinlatabilmek gerektigin ögrendim.

Ekmegi ögrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmegi hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...


Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabaliklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

Düşünmeyi ögrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek

olduğunu öğrendim.


Namusun (doğruluk) önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.


Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da

lezzet kattıgını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının
hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...


MEVLANA

26 Ocak 2010 Salı


Bu yazımız yönetim sürecinde; kadın yöneticinin olası profilini incelemek üzere kaleme alınmıştır.

Ve daha yazının başında yöneten kadın; sayısını artması dileğimizi belirtelim ki, erkek egemen yönetim sürecinin lalezar'a dönmesini isteğimizi açıklamış olalım.

Yapılan araştırmalar; yönetim dünyasında, üst yönetim kademelerine tırmanan kadınların, erkek yönetici profiline uygun davranışlar sergilediğini göstermektedir. Özellikle otoriter kadın tiplemesi yaygınlaşmaktadır. Güçlü imajı verilmesi diğer birim yöneticileri ve dışalemin böyle algılaması gerektiği gibi yaklaşım tarzı mevcuttur. Duygusallığa yer yoktur, * Demir Leydi olmak zorunda olduğu düşünülmektedir. Aksi sözkonusu olduğunda, kariyer basamaklarını tırmanmak zorlaşmaktadır.

Kadın yönetici doğası gereği; Anaç bir yönetici profiline sahip olmakla birlikte, Cazibesi ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Bu yönüyle, eğitim derecesi ve iş bitirme becerisi gölgelenebilmektedir. Yönetici kadına; yapılan en temel eleştiri rol çatışması içerisinde olduğu yöndedir. Ev dünyasında anne olan, yönetici kadın; İş dünyasında bu rolü sürdürdüğü gözlenmektedir. İşgörenlerin, sorunlarıyla bir bir ilgilenmeye kalkması zaman ve yönetim teamülleri açısından kurum içerisinde zaafiyet olarak değerlendirilmektedir. Başkaca eleştiri noktası da işi yaptırma süreçinde takınmış olduğu tavrı yüzündedir. Erkek yöneten; işleri emir-komuta zincirine uygun olarak yaptırmaktadır. Oysa kadın yöneten rica-komuta etmektedir. Sonuç alma bakımından, erkek yöneten, otorite ile sonuç alabilmekte, kadın yöneten ise bitmeyen işleri kendisi tamamlamak zorunda kalmaktadır. Nasıl olsa işgören: Anaç, kadın yöneticisine uygun bir yalan bulmuştur. Bu da acil bitmesi gereken; raporları yöneten kadın tarafından yapılması demektir.

Mesleki gruplama açısında. eğitim yönetimi süreçinde, STK'lar gibi gönüllü kuruluşlardaki, yöneten kadın, daha başarılı olduğu gözlenmektedir. Anaç ve duygusallığı bu tip organizasyonlarda artı puan olabilmektedir.

Kurtuluş savaşının, kadın liderleri; ''Sultan Ahmet Meydanında halkı galeyana getiren konuşmasıyla Halide Edip; Erzurum da Nene Hatun ve daha ince isimsiz Türk analarıdır. Hepsinin en üstün özelliği anaç ve duygusallığıdır.

Son Söz: kadın yönetenin beyin arkasında saklı tuttuğu, evlendiğim zaman zaten işimden ayrılırım; hem ev hem iş çok zor olur, gibi düşünce kalıblarından vazgeçmeli, Mevlana'ca '' Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol'' yaklaşımı benimsemelidir. Bırak, erkek yöneten erkek gibi yönetsin; sizler kadın yöneten olarak; erkekleri takip etmekten vazgeçin... ''Elinizin hamuruyla erkek işine'' karışın lütfen...

uzaktaki sevgiliye


Neden sevdiğim uzaksın bana
yüreğimden sana bir yol çizdim.
varabilsem,gelebilsem yakınına
sen yine beni duymazdın,dinlemezdin.

lanet ettim atlantik okyanusuna
kalbinde yerim yok bunu sezdim.
haykırsamda sevdamı kulaklarına
sen sevda nedir aşk nedir bilmezdin.

son kez yazıyorum vefasız şimdi sana
ölümün kuytularında çokça gezdim.
ölüm değil cefa çekmek yakındır bana
sen benden değil ben senden vazgeçtim...

24 Ocak 2010 Pazar



ben kimim?
beni bende demeyin ben bende değilim bir ben vardır,beni benden içerü.
bence tamamen olmasada kısmen yanlıştır bu cümle neden mi? kendim için söylüyorum keşke sadace bir ben olsa benden içeri o zaman bilirdim ben neyim kimim. ama atın ayağı öyle değil ben olsam şöyle derdim.
beni bende demeyin ben bende değilim binlerce ben var beni benden içerü.
bir yerde okumuştum necip fazılın bir kitabında yanlış hatırlamıyorsam dahi beyinler bir kaç kez ergenlik çağı yaşar demiş yazar. dahi olduğumu idda etmiyorum ama bende bir kaç kez yaşadım ve şu sıralar yaşıyorum bu hali.bir aile dostumuz öyle diyor bana an geliyor 40 aşındaki adam gibi konuşuyorsun an geliyor 15 yaşındaki çocuktan farkın yok.işte böyle gelgitler yaşıyor beynim kalbim ruhum.
başka biriyse insanın olgunlaşma süreci ölünceye kadar devam eder demişti.kimse tam manasıyla olgunlaşamaz. ozaman bende diyorum bana biraz olgunlaş olgun davran diyenlere sen kendine bak sonsuz bir süreçteyiz ikimizde ve bunun bir ölçütü yok.
birde neymiş askerlik olgunlaştırırmış adamı yok üniversite ufkunu açarmış yok efendim yurtdışı insanın sınırlarını açarmış.hepsi fasa fiso.insan kendi içinde olgunlaşır bence.
yunus ,mevlana,yada diğer erenler böyle mi ermiş oluş sırrına hemen hemen dergahtan çile haneden çıkmamışlar kendi iç dünyalarında şamışlar aşılmaz mesafeleri.
ilahi aşkı yakalmışlar onda kaybolmuşlar enel hak demişler hakla bir olmuşlar.
eki ne olmuş toplum anlamamış bu ermişleri asmışlar nice dervişleri hatta küfürle suçlamışlar Allah dostlarını.
gerçek aşk sahipleri böyle dışlanmış hor görülmüş yaşadığı devirde.mecazi aşkı yaşayanlarada pek farklı muamele edilmemiş deli demişler mecnuna anlamamışlar ferhatı.
ölümünden sonra meşhur olan ressamların tabloları gibi günümüzde değer bulmuş
leylayla mecnun-yunus ve mevlana milyonlar seviyor okuyor şimdi onların hikayesini.
ben kimmiyim işte bendeki binlerden seçmeler bu bendeki benler aslında bendeki haller.yoksa tek bir bünyede yok bir çok kişiliğim.
1. ben oynamak ister küçük çocularla kovalamaca saklambaç ebe olmak ister yakalanmak yada kovalamak ister büyümemiş çocuktur.
2.ben henüz 15 yaşındadır ve bluğ çağına giren bir çocuk saflığındadır şaşkındır.
3.ben hep 17 yaşındadır ve hala o 17 yaşındaki kıza sırılsıklam aşıktır.
4.ben üniversitenin melankolik delikanlısı içine kapanık buhranını yenememiş 1. sınıf öğrencisidir.
5.ben ilk günahnı işlemiş deli gibi pişman sorhoştur.
6.ben alışmıştır ortamlara ma henüz yabancıdır ilk kez bir kızın elini tutmuştur.
7.ben ilk tövbesini etmiş tasavvuf yolunda acemi bir sufidir.
8.ben çalışkan bir öğrenci örnek bir gençtir.
9.ben çalışmaz tembeldir hiç bir ders sınav okul hayat umrunda değildir.
10.ben şımarıktır maymun iştahlıdır herşeye heves eder.
11.ben plan yapar kendini başka şehirlerde hatta başka bir ülkede bulur.
12.ben özgürlükler ülkesinde başıboş sağa sola savrulan yapraktır.
13.ben askerdir sessiz sakin vatanın hastanesini hergün 8 saat bıkmadan bekleyen.
14.ben çavuştur ama askerlerden bile emir kuludur emir vermez söz geçiremez.
15.ben 150 askere diş geçirir hepsiyle kavga etmekten korkmaz.
16.ben 60 yaşında ihtiyar gibidir haber seyrede evden dışarı çıkmaz.
18.ben aşıktır her zaman yine uzaktaki hayalindeki sevgiliye
19.ben kendini tanımlama çabasındadır.
20.ben sıkılmıştır artık herşeyden.
21.ben kendini tanımlama işini bile tamamlayamayan aynı anda birçok şey yapan ama aslında birşey yapamayan geriye kalan binlerce beni anlatmak isteyen ama yarı yolda bu işede virgül koyan ilerde tamamlama iştiyakindeki ben benler bitmez tüm insanlar katip olsa tüm alem seferber olsa beni tarif etmeye ben işte griftler grifti garip çözülemeyen yumak ben ben ben...
asıl beni tanımak isteyen bu amacına ulaşamaz ne yazık ve ne güzel.....

mehmet ali arıcı
ocak 2010
Nevşehir

Sarı Papatya...

Papatyaları özledim
Tabi mevsimi gelecek
Keyfi olacak
Açacak
Asil asil salınacak

Koklarken
İçim açılacak
Ve o etrafa neşe saçacak

Hayal bu ya
Şimdi mevsim kış ya
İnadına
Papatyaları özledim...

Sarı sarı papatyaları
Özledim sarı papatyamı
Ya illâ sarı mı olmalı papatyam
İllâ sarı
Onda gizemin demi saklı...

23 Ocak 2010 Cumartesi

MEHMETÇİK HİTABESİ

MEHMETÇİK HİTABESİ

İstanbul, M.T.TB.'de...

Anadolu yaylasında helezon helezon kıvrılan ne kadar yol varsa, hepsinin birden kolladığı istikâmet, onda... Onda nezâret ufkunun açmadığı, göz önüne ve ayak altına sermediği hiçbir mesele yok...

Millî saadetlerimiz, içtimaî felâketlerimiz, çıkışlı ve inişli târihimiz; evvelce gerçek oluşumuz, yedi iklim dört bucak hükmedişimiz, derken duraklayışımız, kabuk tutuşumuz, sonra bozgundan bozguna yuvarlanışımız, sürünüşümüz, nihayet maymunlaşmamız, olamaz oluşumuz; hâsılı, bir zamanlar mayası Güneşten ruh hamurumuzla, bu hamura musallat kurt, sebep ve netice bakımından hep onda; Mehmetçiğin röntgen camında...

Bana sorarsanız, Orta Asya'dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala söğüte döner, istihale eder. Böylece, kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine dayanmış, mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iç hayatına, ruhuna, sabit mekân içinde hakiki zamanına kavuşur.

İşte Türk'ün, o mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret enerji kaynağının gerçek yaşayışı, yine bana sorarsanız onun, sabit mekânına ve hakikî hayatına, yani ruhuna kavuştuğu ve bozkurdun söğüt ağacına inkılâp ettiği andan başlar.

Söğüdün yaprağı narindir narin,
İçerim yanıyor dışarım serin...

Söğüt, Anadolu hassasiyetinin gelin edalı remzi... Anadolu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, helâllaşır, vedalaşır, kavuşur, halleşir, çabalaşır, hayat sürer.

Bozkurt bir (mit)tir. Bir efsane! Söğüt remzi altındaki Anadolu ise çarpıcı ve yakıcı bir realitedir, bir vakıa... Ve işte Bozkurt (mit)inin söğüt ağacı realitesine kavuştuğu andan başlayaraktır ki, Türk anaları, Mehmetçiklere gebedir.

Felsefede mekân denince madde, zaman denilince de ruh anlaşıldığına göre, Türkte ve onun temel keyfiyet unsuru olan Mehmetçik'de bu varlık şartlarının ikisini birden şahıslandıralım.

Mekân, Anadolu... Zaman, İslâmiyet...

Böylece yeni bir kıyas ölçüsüne kavuşuyor ve Mehmetçik vesilesiyle bir kere daha anlıyoruz ki, Peygamberler Peygamberinden evvel Mehmetçik mevcut olmadığına göre Türk'ün temel keyfiyet unsuru da Müslümanlıktan sonradır, ve işte bizim milliyetçiliğimizdeki dayanak noktası budur:

Ruhunu İslâmiyetten alan Türk... Ve bu Türk'ün Türkçülüğü...

Artık Mehmetçiği, o hiçbir formüle sığmaz harika insanı, bu temel ölçüye göre kendi kendisine çerçevelenmiş görebiliriz.

Şöyle:

Mehmetçik, Türk'ün, ruhunu İslâm nuruyla dolduruşundan sonra, İslâm potasında eriyerek İslâm kalıbına döküp bülurlaşarak darphâneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü, ferdiyet üstü millî ve içtimaî vâhid... Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vahide, Türkten başka mâlik, bu cihanda ikinci bir millet yok... Türklük mâdeninin kısır üstü ve bozucu bütün fizik ve kimyevî tesirlere mukavemetli aslî ve kurtarıcı vahidi Mehmetçik...

Mehmetçik, Allah indinde, halis kahramanlara mahsus din ve milletten fânilik; namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da, şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip... Nemrutlar ve Firavunların altın tahtırevanları, Roma zafer alaylarının sırma sorguçlu süt beyaz dört atlı arabaları ve bugünün tırtıl tekerlekli çelik koltukları onu azizleştirmekten âcizdir. Aksine, o, tahtırevanı taşıyan köle, zafer arabasını çeken beygir, çelik koltuğun da tekerleği yerinde gizlenmeyi tercih eder. Seciyesinin en mahrem ve ince çizgisi, Mehmetçiğin, işte bu hâlinde... Zira, onun beygir sıfatiyle çektiği zafer arabasında oturanlar, ekseriyetle öndeki mânanın hırsızları, 24 saatlik fâni zaman kadrosunun açıkgözleri, âdi sahtekârlarıdır.

Oysa, düne kadar palaspareler içinde, yağmur ve kar altında, barut yerine tüfeğine toprak doldurarak savaşmaktan, bir tek kuru zeytin tanesiyle bütün bir gün nefsini köreltmekle herşeye katlanır, fakat küçük açıkgöz ve mâna dolandırıcısı olmaya tenezzül etmez.

Onu zafer arabasına bindirmek gerekseydi, eline kamçı diye yıldırımı vermek, arabasına at diye kasırgaları koşmak, başına taç diye en parlak yıldızı oturtmak, iki yanına da poh-pohcu diye sahte kahramanları dizmek icabederdi.

Nitekim, yaratılışından ve doğuşundan alnı kıpkırmızı n tülbentle sarılı gerçek şehit tipi Mehmetçik, yerde sürünürken, gökte o saltanatı sürüyor.

Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endaze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır.

Ne mutlu Türk Milletine!..

Ne bakımdan?

Allah Resulünün mukaddes hâs ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygıdan ötürü hafif bir değişikliğe uğratıp "Mehmed" yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffeti gösteren duygu inceliği bakımından...

Bu bakımdan ne mutlu Türk Milletine!..

İşte Mehmetçik, kâinatın sahiplik imzası olan o isme, şefkat edalı bir ufaltma eki ilâve edilerek bulunmuş o mübarek klişedir ki, iç hayatını Allah Resulünün ruhâniyetinden devşirici bir milletin, fert üstü namsız ve nişansız her vahidine püskürtülmüş nur zerresini pırıldatıyor. Türk'ün temel varlığı olan Mehmetçik hüviyetini, herşeyini o nur zerresinden; ve o nur zerresine tecellî mihrakı olma ehliyetinden alıyor.

Mehmetçik hangi ordunun, tümen, alay, tabur ve bölük, hangi basamağına bağlı olursa olsun; vilayet, kaza, nahiye ve köy; hangi coğrafya alâkasının sahibi bulunursa bulunsun, doğrudan doğruya Allah Resulünün has ismine ve has ruhuna perçinli olmanın, halk içinde gizli ve müşterek, büyük hüviyetidir.

O, bu dünyada, bir Yunus Emre kalıbı içinde ölmemişken ölenlerden; bir kâfir kurşunuyla ve gerçek şehit sıfatıyla gittiği öbür dünyada da ölmüşken ölmeyenlerdendir. Bütün bunlar da "Mehmetçik" isminin belirttiği ana kaynaktan... Peygamberinin ismini ondan aldığınız ve meselâ adını Oğuzcuk, Uygurcuk, Sungurcuk yaptığınız anda delinmiş bir (oksijen) tüpü gibi herşey ondan uçup gider.

Burada bir noktaya dikkat etmemek elden gelmiyor:

Kaynağımızı kurutmak gayesini güden hain zümreler Mehmetçiğin aslî sıfatı olan şehitlik mefhumunu kendi trafik kazalarına verecek kadar istismarcılıkta ileriye gidiyor. Ve kendi devrim lügatçelerinde herhangi bir azizleştirme mânasına karşılık bulamıyor da, sonra utanmadan, renklerini ve pırıltılarını arakladığı bir mânanın menbâını mahkûm etmeye kalkıyor. Ne sefil lüpçülük, ne fecî tezat ve ne aşağılık seviye.

Mehmetçiği, hep mim harfli sıfatlarla ifade edelim-çevresinde mesut cemiyet, tepesinde memur Devlet ve ayağı altında mamur vatan bulunduğu yükseliş çığrımızda asıl farikasiyle belirmiş göremeyiz. Yani şevket ve haşmet devrimizde Mehmetçik, o haşmet ve şevket denizi içinde erimiş, ona karışmış ve öz cevherini açığa vurucu içtimaî çöküntü ve tezatlardan uzak kalmış olarak peçelenmiş vaziyette... O çığırda Mehmetçik, sağlam devlet binasının muhkem temelidir; ve her temel gibi toprağın altında ve gizlidir. Asıl Mehmetçik -yine mim harfli sıfatlarla- çevresinde mazlum cemiyet, tepesinde mahkûm devlet ve ayağının altında mağlup vatan bulunduğu alçalış devrimizdedir ki, olanca mukavemet ve karşı koyma seciyesiyle ortaya çıkar. Büyük bir zelzele olmuş, bina parça parça yıkılmış, toprak çatlamış; ve temel son mukavemet unsuru olarak, meydana çıkmıştır.

Mehmetçik, Türk'ün bozgun devrinde ortaya çıkan, toplumun iç bünyesinde gizli millî mukavemet ve her şeye rağmen karşı koyma unsurudur, bu mânanın hüviyetidir ve bu mâna yüzüsuyu hürmetinedir ki, hudutsuz azizdir.

Evet, Mehmetçiğin bütün çizgileri ve renkleri ile ortaya çıkışı, binayı kurtarmaya memur temel olarak, her gayret ve hamlenin kendisine düştüğü koca vatanın kendi başı üzeri-yıkıldığı bozgun çığırımızda...

Ey gaziler yol göründü yine garip serime...

Buradaki yol, çâredir. Bu hengâmede onun tablosu:

Kışlanın önünde redif sesi var;
Bir çift kundurayla bir de fesi var.

Demek ki Mehmetçiğin asıl farikası, insanüstü fedakârlık ve kendinden veriş... Nefsinden başkası için olmak... Dini için, milleti için... Vücut hikmeti ve memuriyeti bu... Bir zamanlar:

Ya devlet başa
Ya kuzgun leşe..

Düsturunun temsilcisi Mehmetçik, sonraları:

Devletin malı deniz
Yemeyen domuz...

Anlayışının çürütmeye başladığı cemiyette, onu dış toslamalara karşı koruyacak son kalıntı, son saffet artığı, baştan ayağa hasta bir uzviyette sağlam kalabilmiş biricik kalp nahiyesidir. Beyin hasta, ciğer yaralı, mide delik deşik, böbrek cerahat çanağı, damar mikrop kanalı, fakat kalp sapasağlam...

Her ülkede vecd ve aşkı çürüyen İslâmın en taze ve en keskin davranışla kılıcını asırlarca elinde tutan bir millet, tarihî kaderi bakımından ilahî hikmet icabı elbette maraza karşı koyacak ve kendisini ensesinden kavrayıp ayakta tutacak bir bünye harikasına, ölümsüzlük sırrına mazhar ve mâlik olmalıydı.

Oldu. Bu Mehmetçiktir.

Ne kadar tekrarlasak azdır ki:

Ben Yunus-u biçareyim;
Baştan ayağa yareyim.

Diyen büyük Anadolu çocuğunun belirtisi ile, topuğumuzdan tepemize kadar cüzzam yaralarına battığımız demlerde Mehmetçik, işte her defa bizi kurtaran, apaçık ölümlere karşı koyan, bize hayat hakkımızı iade eden, fakat her defasında bu hakkı kullanamadığımıza, hak edemediğimize şahit olan, bünye harikası ve ölümsüzlük sırrı diye ifadelendirdiğimiz millî hassanın ta kendisidir. Onun içindir ki, Mehmetçiği ihtilâl ve ihtilâç yatağı bir bünyede, felâket organları bir tarafta ve kendisi bir tarafta, en yırtıcı, paralayıcı tezat tablosunu çizen apayrı bir hüviyet olarak tanımaya mecburuz. Ve işte onun içindir ki, Mehmetçiği, Kanunî Sultan Süleyman'a kadar süren taarruz ve fetih devrimizde değil, Kara Mustafa'dan başlayan bozgun ve müdafaa çığırımızda kendisini göstermiş buluyoruz.

Ondaki sadakat, ondaki itaat, ondaki tevekkül, ondaki tahammül, ondaki cefakârlık, ondaki fedakârlık, ondaki nefs istihkarı, ondaki Allah iftikârı, hiçbir zaman ve mekânda, hiçbir milletin fert vahidine nasip olmadı.

Öyle ki, bu vatanı kurtarırken de, batırırken de, başta sadakat ve itaat olmak üzere hep Mehmetçikteki ruh mâdenleri işletilmiş, sırasında ulvîce semerelendirilmiş, sırasında habisçe istismar edilmiş; ve Allah'ın Türk Milletine bu muazzam emaneti üzerine tiril tiril titreme ve onu değerlendirme şuuru hiçbir devrede kafalara yerleşememiştir. Eskiden adı (Etrâk-ı bîidrâk) idi; şimdi ve daha fenası kimsenin sahip çıkmadığı ve mânası hergün biraz daha körleştirilen cisimsiz bir isim.

Samanyoluna kadar bütün yıldızları sermaye diye kullanan bir kumarbaz olsaydı, gökte yıldız bırakmazdı da, Mehmetçiği siyasî kumar oyunlarında harcayanlar sarf ede ede bitiremediler. Birinci Dünya Harbinde, Erzurum'da, nakıs 30 derece hararette, Allahuekber dağının bir eteğinden kolordu çapında bir toplulukla tırmandırılan Mehmetçik, öbür eteğinden, düşmanla çarpışmaksızın manga kadrosuna düşmüş olarak inerken, kendi ezelî teslimiyet ve itaat vasfının kaatilce istismar cinayetini, ne hazin arzeder. Tek kurşun atmadan ve yemeden, soğuğa yedirilen bir kolordu... Beri tarafta sıcağa, şurada açlığa, burada hastalığa...

Yedi düvele karşı koruduğu Fatih'in İstanbul'unda ve Çanakkale'de Mehmetçik, o kilit noktasının kıymet ve ehemmıyetini kendi kendisine sezmiş; ve sadece intihar emri vermeyecek bir sevk-i idareye mazhar olduğu içindir ki, işi fert fert harikalar planına dökebilmiş; ve düşman mermilerini kaburga kemiği arasında yakalamaktan, sırtında 120 kiloluk gülleleri taşımaya kadar göstermediği fevkalâdelik bırakmamış ve nihayet Çanakkale'de istif halindeki kuduz Dünya emperyalizmasını, tüfeğini dizinde kırarak suya atılıp kaçmaya mecbur etmiştir.

Bu netice, hesap, tahmin, plan ve kumanda dışıdır ve onu gerçekleştiren sadece Mehmetçiktir. O, yalnız cevherini bozmayacak çapta da olsa hakikî kumandanını bulduğu zaman, Plevne'de, Rus Çarına, kılıcını belinden çıkartıp, kendine esir kumandanın beline taktırır. O cevhere bağlı bir devlet reisine nail olunca da (ikinci Abdülhamid Hânı kastediyorum) Yunanlı yine bugünkü gibi sefil palikaryalığını gösterir göstermez, önde şehit kumandan Abdülezel Paşa, Selanik'teki tek bir ordu ile bir sıçrayışta soluğu Atina kapılarında alır.

Avrupalı, büyük bir askerî muharrir diyor ki: "Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında, Türk ordusunun taarruzu başlar..." Hesap ve mantık budalası Avrupalının çenesini bir karış düşüren bu görüşteki akıl almaz mâna, Mehmetçiği ve ondaki sonsuz teslimiyet ruhunu ne güzel canlandırıyor.

Nihayet, Birinci Dünya Harbi sonunda, morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adamı bir şahlanışta hayata iade eden Türk'ün var olma iradesini şahıslandıran, emperyalizma uşağı (megalo idea) maskaralarını sımsıkı kuşatıp boğan ve bücür atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesini hilâline kavuşturan kudret, Mehmetçikten başka kim olabilir?

Alçalış devrimizin meydana çıkardığı Mehmetçik, öz Anadolu ve Anadoluluğun tecessüm etmiş ruhudur. Bu ruhun da bütün o devir boyunca nasibi, sonsuz bir gurbet acısı ve sıla iştiyakı...

Mehmetçik, öz vatanı içinde vatanını aramakta; ve her dayanağını kaybetmiş ve gittikçe daralmaya başlamış eski fütuhat ufuklarını beklemek mahkumiyeti altında en korkunç ruh acısı olan yıpratıcı bir hayretle eşya ve hâdiselere, kendisinin kim, ne ve neye memur olduğunu sormaktadır. Bu hayret ve dehşet Mehmetçik'te o kadar büyüktür ki, güneşli havayı duman diye görmekte ve sükûtu figan diye dinlemektedir.

Havada bulut yok;
Duman nedendir?
Mahiede ölü yok,
Figan nedendir?
Adı Yemendir.
Gülü çemendir;
Giden gelmezmiş
Acep nedendir?

Başını taştan taşa vuran ve bir türlü düzlüğe çıkamayan cemiyetin yeni bir macerası karşısında hitap ve davet daima kendisinedir; ve Mehmetçik, bu cemiyetin üstündeki irâde ve idare katından hiçbir kuvvet almadığı halde yaşadığı bodrum katından her defa ve tek başına onu kurtarmaya, ona feda olmaya hazırdır. Böylelikle, Mehmetçiğin, önüne ve yanına bozgundan beri, nerden başlayıp nerede duracağı ve ne tarafa döneceği meçhul, üzerinde hiçlik rüzgârı esen bir yoldan, kıvrım kıvrım gayesiz yollardan başka bir şey çıkarılamamıştır.

Anadolu nasibinin en güzel ifadesi olan meşhur türküyü yine hatırlatalım:

Ey gaziler yol göründü yine garip serime...

Asırlarca, içerden dışarıya doğru süren bir göç halinde, insanı öz vatanından öksüz bırakıcı, bu ne acı muhacirlik!..

Şimdi dikkat:

Mehmetçik, dışardan içeriye doğru bazı muhacirlerin bu vatana sahip çıkması için târihimizin, içerden dışarıya doğru ebedî muhaciridir.

Öz vatanında muhacirlik...

Biz, Türk'ün ruh köküne sarılanların ve onun hakkını savunanların hâli de bu değil mi?

Şair şu kadar yıl evvel söylemiş:

Vatan-cüdâ değilim fakat firakiyle,
Muhacirâne gezer, ağlarım diyarımda...

Muhacirliğimiz, asıl göçmen ve yanaşmanın kim, gerçek sahip ve mirasçısının da kim olduğunu çerçeveleyecek bir şafak vakti sona erecektir.

Mehmetçiği bu muhacirlikten kurtarmak ve eski çağlarda olduğu gibi muhteşem bir aksiyona bağlamak için, her-şeyden evvel, Türk cemiyetinde, idareci zümre ile halk, beyinle kalp arasındaki tezadı ortadan kaldırmak lâzımdır. Bunun için de, asker ve sivil örneği ile Mehmetçiği keşfetmek ve ona güdücülerini keşfettirmek lâzım...

Bizim için keşfedilmemiş madde ve mânâ, ne şimal, ne cenup kutbunda; sadece Anadolu'da ve kendi öz cebimizde açılan delikten kaymış olarak ceket astarımızın dibinde.. (Ceplerde kaybolmuş güneş) benzetişimiz malûmdur. Mehmetçik de bu kapının şahıslanmış misâli...

Mehmetçiğin, kâh Yemen, kâh Fizan, kâh Arnavutluk, ebedî göçü onun en büyük hamlesi olan Millî Kurtuluş hareketinden sonra durmuş; fakat onu keşfetme, ruhunu besleme ve maddesini verimlendirme şuuru bir türlü, kafalara uğrayamamıştır. Aksine, kısır üstü bozucu ve çürütücü cereyanlar, alt tabakalara kadar işleyerek, Anadolu köylüsünü eski ruh ve ahlâkından uzaklaştıracak hâle kadar gelmiştir. Bereket ki, Mehmetçik, o ebedî mukavemet ve karşı koyma seciyesi, düşmana dayandığı gibi, kendilerine aydın süsü veren köksüzlük ajanlarının aşılarına da dayanmaktadır.

Fakat gözümüzü dört açalım ve dikkat edelim: Mehmetçik, Türk'ün ruh köküne düşman bu iç ajanlar karşısında, târih boyunca ve bugün, Moskofun karşısındaki vaziyetinden daha tehlikeli durumda bulunuyor. Harplerin, kıtlıkların, hastalıkların, kötü sevk-i idarelerin yiyemediği Mehmetçiği, eğer biz onları daha evvel yiyemeyecek olursak, bu iç ajanlar yiyebilir. Amma kimsenin şüphesi olmasın; onları yiyecek, dişlerimiz arasında parçalayacak ve yurt dışına tükürecek olan bir nesil doğmakta...

Mehmetçiğin şahsında bütün Anadolu'yu kuşatan problem, evvela tam bir bilgisizlik ve anlayışsızlıktan doğuyor. Başta Mehmetçikteki ruhun düşmanları, kimse onu tanımıyor ve ne tarafa itilirse oraya giden ahmak bir âlet farz ediyor. Herşeyden evvel Anadolu ve Mehmetçik ruhunun, bir gergef gibi nakış nakış meydana çıkarılması...

Size Tohum isimli eski bir piyesimden birkaç satır okuyayım:

"YOLCU - Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?

FERHAT BEY - Biz bu ruhu tanımıyoruz! Çünkü bu ruh, dal-budak salmış bir ağaç gibi, göz önünde fışkıran haki-katlardan değil... En derin ve en gizli hakikatlardan... Hakikat tutulmak istendikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi...

YOLCU-Tohum....

FERHAT BEY - Herşeyin özü ve sırrı ruhtadır. Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar, nasıl sever, nasıl co-Şar, nasıl parlar, nasıl patlar, nasıl yetişir, nasıl susar, nasıl dü-Şünür, nasıl gider, nasıl dönmez, nasıl ölür, biliyor muyuz. Biz ruhun maddesini bina edebilseydik, bu tohumun ağacını yetiştirebilseydik, şimdi..."

Piyesten aldığımız satırlar bitti. Demek ki, lütfen sözlerini dinlediğiniz fikir ve kalem adamı, Anadolu ve Anadoluculuk dâvasını ve ona bağlı Mehmetçik tezini tam 30 yıl evvelki bir eserinde ortaya atmış...

Mehmetçiği, kardeşleri Ahmetler, Aliler, Osmanlarla beraber, Ayşesi, Fatması, Eminesiyle, her köyün, şehadet parmağı gibi göğe yükselen müdir fikri narin minare etrafında en ileri hayata kavuşturmak... Devletini ona ve onu devletine inandırmak... Hamle budur, hareket budur, plan budur, inkılâp budur! Bu da ancak, onun ruhunu üst kattaki güdücülerine, güdücülerini de onun ruhuna bağlamakla olur ki, böyle bir dâva, bugün, gerçek ilerinin geri ve hâlis gerinin ileri sanıldığı bu tepetaklak mânalar dünyasında Tekinler, Çetinler, Vurallar, Gökseller, Ayseller âleminde, deli saçmasından farksızdır.

Ancak...

Bütün memleketi böyle delilerin doldurduğu bir tımarhane haline getirdiğimiz gün bu ideal gerçekleşecektir. Nerede o divaneler.. Onlara muhtacız! O ne güzel delilik ve ne büyük ideal!..

Mehmetçiğin tarafımızdan anlaşıldığı ve bizim onca anlaşıldığımız gün bütün muvazeneler yerli yerine oturmuş olacaktır.

Eski Yunanlıların (Epigram) dedikleri kitabe şairlerinden biri, barbarlara karşı (Termopil) boğazında can veren bir avuç Yunan delikanlısı için, dünyanın en sâde, fakat en muhteşem kitabesi olan şu satırları yazmıştı:

"Yolcu! Git de yurdunda her evin kapısını yıkarcasına çal ve haber ver ki, beni ve kavmimin nereden geldiğini anladıkları gün her şeyi anlamış ve kurtarmış olacaklardır."

Paris'te bütün resmî törenler Birinci Dünya Harbi Başkumandanının değil, meçhul asker âbidesinin etrafında halkalanır. Orada, muhteşem bir zafer takının altında, gece gündüz parıldayan mavi bir alevin işaretlediği, yere kapalı bir levha-

Şu yazı vardır; kelimesi kelimesine ve satır satır tercüme ediyorum: Burada Yatıyor.

Meçhul Fransız askeri Ki öldü, Vatanı için...

Bizim memlekette ise bozkırlara şu levhayı asmak yakışık alır:

Burada
Şehirden köye kadar
Sun ve mânası çözülmemiş
Vatan kurtarıcısı Mehmetçiğin
Hıçkıran ruhu esiyor.

İslâmın, Türk ruhuna inen kızgın bir mühür gibi dağladığı ve kalıplaştırdığı, sonra kafa kâğıtları halinde basa basa çoğalttığı ve modelleştirdiği, gerçek milliyetçilik dâvasının protoplâzma şahsiyeti Mehmetçiğe selâm olsun!..

(Anglo - saksonların) sunî imâli (Coni), bütün bir cemiyetin tek hizmet unsuru üzerindeki cömert itina ve alâkasından, cepleri sterlin, dolar ve çikolata dolu bir örnek ifadesidir de, nice devirlerde kaydının terkini bir at nalından daha ucuz olan Mehmetçik, aç ve çıplak, cemiyetinin bütün yükünü omuzlarında taşıyıcı dasitanî bir fedakârlık nümûnesidir.

Ona selâm olsun!..

Şimdi, onu biraz evvel işaret ettiğim gibi, ölüp de ölmeyenlerin gerçek hayatı içinde, yaratılışta ve doğuşta üzerine sinmiş şehit hüviyetinde, arkama geçmiş ve omuzlarıma abanmış hissediyorum. Mezardan fırlamış, kefenini paralamış, Tortum şelâlesinden daha bereketli, sonsuz enerji kaynağı, kan fışkıran yarasını açmış, saçları diken ve gözleri şimşek, size bakıyor. Dikkatle, madde üstü bir dikkatle bakarsanız siz de görürsünüz.

Ve dudakları kıpırdıyor:

"- Ne yaparsanız yapın; benim hakikatıma kıymayın! Benim hakikatimi koruyun!"

Bütün dâva şimdi fikir Mehmetçiklerini yetiştirmekte ve onların büyük meydan muharebesini hazırlamakta...

Mehmetçik isminin kaynağı olan mukaddes ruhaniyet, rehberimiz ve koruyucumuzdur.

(Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, 8. Baskı / s. 131-144)

22 Ocak 2010 Cuma

NFK

ÇALIŞMAK

Tanrıkulu, bugün çok başka... Her zaman merkezinde olduğu İç âleme, bugün dış görünüşİyle de kendini vermiş... Dalgın ve baygın bir hâl içinde... Dünyanın en güzel parmaklarını taşıyan eliyle, iskemlesinin üstünde tempo tutarak mırıldanıyor:

- Bir örümcek ağı gördüm. Neyle neyin arasında bilsen!.. Barsakları çürümüş bir asma saatin aptal aptal sarkan rakkasiyle, altındaki masada, güya şaha kalkmış, tozlu bir geyik heykelinin boynuzları arasında...

Ve ürpererek düşündüm:

- Hayat, her sahada ve tek nokta etrafında ebedî bir hareket... Tek nokta etrafında... İlâhî hakikat merkezi bu nokta... Her şey. amma her şey, maddî ve manevî her şey, bu nokta etrafında ezelî memuriyetinin deveran cümbüşünü yaşamakta...

Her şey dönüyor.

Gökler gidip gelir, yıldızlar gidip gelir, dünya gidip gelir, dünya yüzünde her şey gidip gelir, vücudumuzda kanımız ve zerrelerimiz gidip gelirken, nisbî tezahür çerçevelerinde hareketsizlik ifade eden her manzaraya, Allah, ne müthiş bir tenkitçi ve takipçi musallat etmiş:

Örümcek...

Harekete yataklık eden zamanın esrar dolu ahengini saymıya memur bir âlet, rakkas... Tek ân içine teksif edilmek istenmiş bir çeviklik timsali, geyik heykeli... İkisi arasında bu ne ince, ne harikulade iş ve işçilik!.. Bir iş ve işçilik ki, herhangi bir faaliyet ve memuriyetten düşmenin ayıbını, misilsiz bir kesafet uslûbiyle vecizelendiriyor.

Oğlum, benim! Allahın bir örümceğe biçtiği vazife payını ve titizliğini gör ve düşün! Bakalım, vazifelerin, payda ve titizlikte en üstünü olarak onu görmiyenleri, yine onun ilmine havale etmekten başka çare bulabilecek misin?

Tanrıkulu bugün, ne harikulade!.. Hep aynı mihrak etrafında bu kadar tenevvü zenginliği, aynı şahsiyet iklimi içinde bu kadar değişik hava hiç görmedim. Konuşuyor:

- Nerede ki, kımıldama, davranma, el atma, meydana çıkma yoktur; nerede ki, gevşeme, uyuşma, çürüme, kaybolma vardır; orada örümcek hazır...

Fatih Sultan Mehmed, yenilerin yenisi ve tazelerin tazesi bir dâva heykeli tavriyle, gevşemiş, uyuşmuş, çürümüş ve kaybolmuş (Bizans)ın eşiğinde ne gördü?

Mırıldandığı son cümleyi biliyoruz:

"Kayserin sarayında örümcek perdedâr olmuş!"

Yıkılan kaç medeniyet şekli tanıyorsanız, kalblerinin içindeki saat rakkasiyle, adalelerinin altındaki geyik heykelinin boynuzları arasında, nihayet örümceklere yol verdiklerine inanınız!

Aşk ve imân olmıyan yerde hamle ve hareket olur mu?

Ateşi gül bahçesine çeviren ayağı, denizi iki saf asker gibi açan asayı, ölüyü dirilten nefesi ve kameri ikiye bölen parmağı düşünün! Ve bunların ucundaki hamle ve hareket şimşeklerini!...

Artık Nemrud istediği kadar okdanlığına sarılsın, Firavun sakalını yolsun, Kayser harmanisine sığınsın; ve Şah uçan kavuğuna yapışsın! Onlar, okdanlık, sakal, harmani ve kavuk değil, birer örümcek yuvasıdır.

Tarihin yapraklarını, bir taraftan şimşekler, bir taraftan örümcekler çeviriyor.

Ve Tanrıkulu konuşurken ruhunda sular şırıldıyor, teller ihtizaz ediyor, madenler ürperiyor; mânânın musikisi kadrolaşıyor. Ve o, hep konuşuyor:

- Ulvî anlayışın gözünde, pislik, hareketsizliktir. Akan su, işte bunun için pislik tutmaz. Bütün bir mevsim boyu kapalı evin küpünde unutulmuş su, kabir azabı yaşıyan ölüden daha müthiş kokmaz mı?

örümcek, işte bu kokunun misilsiz haber alıcısı... Saat rakkasiyle geyik heykeli arasındaki örümcek ağı, gözümün önüne daha ne tenasübler seriyor, ne tenasübler:

İki makine dişlisinin arasında örümcek ağı...

Gemi ve şamandıra arasında örümcek ağı...

Ellerle yürekler arasında örümcek ağı...

Takvimlerle senetler arasında örümcek ağı...

Ruhuma yıldırım gibi inen bir seziş, bütün bunların madde üzerinde hayâlinden, bana, maddeyi aşan bir mânâ çıkartıyor:

Nitekim, sedirine uzanmış, nefsine mühletin en cömerdini bahşetmiş, her gün, "yarın!" diye niyet edip "bu gün!" diye yaşıyan şu mütefekkir bozuntusu, istediği kadar sigarasını tüttürsün!.. Sigarasının dumanları, sımsıkı örümcek ağlariyle onun kaskatı yüreğine perçinlidır. Zahirde ben onun, sigara dumanında bile bir hareket bulunduğuna İnanmıyorum.

Ve görüyorum ki, bu âlemde mutlak mânâsiyle çalışmamak yok... Kim ve ne, çalışmazsa, onun yerine örümcek çalışıyor.

Bir ân duvara baktı:

- Bak, bak; tavandan aşağıya doğru, ağzından sızan iplik üzerinde bir örümcek kendisini koyuveriyor! Bak, üstünde "Kuran" duran rafa inmek istiyor sanki... Allahın emrini hatırlıyor musun? Herkes çalıştığı nisbette payını alacaktır. Aman çalış, aman çalış ve örümceğe çalışma payı bırakma!..

(1946)

20 Ocak 2010 Çarşamba


TAKVİMDEKİ DENİZ

Ölüm ve Üstad... Ölümün Üstad'ın şiirindeki yeri o kadar büyüktür ki, Çile başyapıtının bir bölümü ölüme ayrılmıştır. Tabi bu, ölümün sadece bu bölümdeki şiirlerle sınırlı kaldığı anlamına gelmiyor, çünkü Üstad neredeyse her şiirinde umut ve ölümü ustalıkla bir arada barındırmayı bilmiştir. Belki de Çile'yi okuyan insanlar üzerinde küçük bir anket çalışması yapılsa ve aklınızda en çok kalan şeyi tek kelimeyle ifade eder misiniz diye sorulsa, verilecek cevaplarda en fazla ölüm mefhumu yer alır. Üstad ve ölüm mefhumu öyle bütünleşmiştir ki, Üstad’ın ölüme bakışı bir çok makaleye hatta kitaba konu olmuştur. ( Necip Nazıl şiirinde ölüm senfonisi-Ekrem SAĞIROĞLU ) Üstad’ın iç dünyasının yansıması olan şiirleri okunduğu zaman, birçok şiirin ortak özelliğinin ölüme duyulan özlem ve mutlak huzur için terk-i dünyanın şart olduğu görülür.

"An oluyor bir garip duyguya varıyorum,
Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?.."
diyen Üstad bu garip duygudan kurtulmasının panzehirini de şöyle dile getirmektedir:

"Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var"

Üstad'ın ölüm konusundaki görüşleri ciltler dolduracak kadar inceleme ve araştırmalarla ele alınabilecek değerdedir. Ama Üstad Takvimdeki deniz şiirinde ölümle ilgili düşüncelerini öyle güzel özetlemiş ki, aslında hiçbir açıklamaya yer bırakmamış. Bize düşen O’nun öz olarak verdiğini naçizane birkaç kelimeyle sunmaya çalışmak oluyor:

(IMG:http://img517.imageshack.us/img517/9104/shipqb8.jpg)

TAKVİMDEKİ DENİZ

Üstad bu şiirde ölümü deniz kisvesine büründürerek karşımıza çıkartıyor. Ölüme duyulan hasretin büyüklüğü denizin derinliğiyle vücut buluyor:

Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin
Ve o kadar bucaksız...

Kendisini içine çekecek olan deniz, ömrün günlerinin tükenmesiyle gün ışığına çıkan ölüm gibi yaprakları tükenmiş, kullanılmış bir takvimde tüm haşmetiyle çalkalanıyorken çıkar karşısına:

Ta karşımda, yapraksız,
Kullanılmış bir takvim...
Üzerinde bir resim:
Azgın, sonsuz bir deniz;
Kaygısız, düşüncesiz,
Çalkanıyor boşlukta.

Kendisinin ölüm karşısındaki acizliğini belirtmek istercesine, kendisini, gördüğü gemiyi denizin içinde bir nokta olarak tasavvur ediyor:

Resimdeyse bir nokta:
Yana yatmış bir gemi...
Kaybettiği âlemi
Arıyor deryalarda.

Birden resmin içinde buluyor kendisini. Ve kendisini kaybetmesine yol açıyor bu yolculuk:

Bu resim rüyalarda
Gibi aklımı çeldi;
Bana sahici geldi.
Geçtim kendi kendimden,

O kadar kendisini resmin içinde hisseder ki, artık denizin ıslaklığını yüzünde, yosunlarını ise ciğerinde hissetmektedir:

Yüzüme, o resimden,
Köpükler vurdu sandım;
Duymuş gibi tıkandım,
Ciğerimde bir yosun.

Artık önüne hiçbir engelin çıkamayacağına ve hasretini çektiği denize varacağına bütün benliğiyle inanmaktadır.Ve eğer varamazsa bu hasretin onu yakacağını belirtirken denize kavuşmanın bir yok oluş değil, asıl kavuşamamanın onun için bir yok oluş olacağını dile getirmektedir:

Artık beni kim tutsun?
Denizler oldu tasam.
Yakar, onu bulmazsam,
Beni bu hasret, dedim,
Varırım, elbet, dedim,
Bir ömür geze geze,
Takvimdeki denize.

Birden o kadar hasretini çektiği vuslatla karşılaşınca hayretler içinde kalır. Hem bekler, hem de yüz yüze gelince şaşkınlığa düşer. Birden odasının içine denize yolculuğun habercisi olarak meltem dolmuştur. Artık yolculuğun başlayacağının hem eşyalar hem de kendisi farkındadır. Yolculuğun başlayacağının farkına varan eşyalar birden odada kıyamet koparırlar:

Ne var, bana ne oldu,
Odama nasıl doldu,
Birdenbire bu meltem?
Ve dalgalandı perdem,
Havalandı kâğıtlar.
Odamda kıyamet var!

Vuslat habercisi olan meltem birden kanı donduracak bir etki oluşturur. Evet, bekleniyordur ama hesap edilmeyen bir şeyler vardır sanki. Her ne olursa olsun artık başlamıştır yolculuk:

Ah yolculuk, yolculuk!
Ne kadar baygın, soluk,
O gün bizde betbeniz;
Ve ne titrek kalbimiz
Ve eşyamız ne küskün!

İşte şimdi yolculuğun en azılı engelleyicileriyle karşı karşıyadır:

Yola çıktığımız gün,
Bir sıraya dizilmiş,
Gözyaşlarını silmiş,
Bakarlar sinsi sinsi.

Denize hicretin bir ayrılık, bir kopuş, bir terk ediş olduğunu gösteren sahne yaşanmaya başlamıştır. Birden her şey değişir:

Niçin o ânda hepsi,
Bir kuş gibi hafifler,
Arkadan geleyim der?
Niçin o güne kadar,
Dilsiz duran ne kadar
Eşya varsa dirilir,
Yolumuza serpilir?
Ufak böcekler gibi,
Gezer onların kalbi,
Üstünde döşemenin.

Şimdi kendisini bir karmaşıklığın ortasında bulur. Ama vuslat zamanı gelmiştir ve titrek kalp son oyunlara aldırmadan bu mahşerin içinden sıyrılır:

Bir gizli didişmenin
Saati çalar o ân;
Birden bakar ki, insan,
Her şey karmakarışık.
Ayırmak olmaz artık
Bir kalbi bir taraktan;
Ve kalb, ağlayaraktan,
Çekilir geri geri,
Terkeder bu mahşeri.

Ve şiirin en son kısmında tasavvur edilen sahnede, Üstad tarafından yaşanılanlar, bu mahşeri terk ederken Üstad'ın neleri arkasında bıraktığı ve bayram olarak gördüğü denize hicretin gönlü hafifliyor olsa bile dönüp arkaya bakmaktan kendisini alamadığı, Şair-i azam sıfatının nereden geldiği bir kez daha gözler önüne serilircesine dile getiriliyor:

Bu mahşerin içinden
O gün ben de geçtim, ben;
Nem varsa, evim, anam,
Çocukluğum hatıram
Ve ne sevdalar serde,
Bıraktım gerilerde,
Kaçar gibi yangından.
Rüzgârların ardından,
Baktım da süzgün süzgün,
Kurşun yükünü gönlün,
Tüy gibi hafiflettim,
Denize hicret ettim...

Ve en son olarak ölüm teması ve Üstad deyince naçizane aklıma gelen mısrayı yazmazsam olmaz galiba. Ölümün bir yok oluş değil, tam aksine mutlu bir yeniden var oluş olduğunu daha güzel anlatan başka bir mısra olduğunu zannetmiyor ve bana müsaade diyorum…

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?...

manga


Al bu dünya, al senin olsun
Benim hiç gözüm yok, hepsi senin olsun
Ama son bir dilegim var senden su gaybana dünyada
Varını, yogunu al, hepsini al da

Beni benimle bırak
Beni benimle bu cehennemde
Ruhum senden çok uzak
Yabancıyım senin cennetine

Al bu dünya, al senin olsun
Ne olur benden artık uzak dur
Bir günahım varsa isledigim, o benim borcumdur
Sen varını yogunu al , hepsini al da

Beni benimle bırak
Beni benimle bu cehennemde
Ruhum senden çok uzak
Yabancıyım senin cennetine

TAKVİMDEKİ DENİZ

Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin.
Ve o kadar bucaksız.
Ta karşımda yapraksız
Kullanılmış bir takvim.
Üzerinde bir resim;
Azgın, sonsuz birdeniz.
Kaygısız, düşüncesiz,
Çalkanıyor boşlukta
Resimdeyse bir nokta;
Yana yatmış bir gemi,
Kaybettiği alemi
Arıyor deryalarda.
Bu resim rüyalarda
Gibi aklımı çeldi,
Bana sahici geldi.
Geçtim kendi kendimden,
Yüzüme o resimden,
Köpükler vurdu sandım.
Duymuş gibi tıkandım,
Ciğerimde bir yosun.
Artık beni kim tutsun.
Denizler oldu tasam,
Yakar onu bulmazsam
Beni bu hasret dedim
Varırım elbet dedim.
Bir ömür geze geze
Takvimdeki denize.
Ne var bana ne oldu
Odama nasıl doldu
Birden bire bu meltem
Ve dalgalandı perdem
Havalandı kağıtlar.
Odamda kıyamet var.
Ah yolculuk yolculuk
Ne kadar baygın soluk
O gün bizde betbeniz
Ve ne titrek kalbimiz.
Ve eşyamız ne küskün.
Yola çıktığımız gün
Bir sıraya dizilmiş
Gözyaşlarını silmiş,
Bakarlar sinsi sinsi
Niçin o anda hepsi
Bir kuş gibi hafifler
Arkandan geleyim der
Niçin o güne kadar
Dilsiz duran ne kadar
Eşya varsa dirilir
Yolumuza serpilir
Ufak böcükler gibi
Gezer onların kalbi
Üstünde döşemenin
Gizli bir didişmenin
Saati çalar o an
Birden bakar ki insan
Herşey karmakarışık.
Ayırmak olmaz artık
Bir kalbi bir taraktan
Ve kalb ağlayaraktan
Çekilir geri geri
Terkeder bu mahşeri.
Bu mahşerin içinden
O gün ben de geçtim ben,
Nem varsa evim, anam,
Çocukluğum, hatııram,
Ve ne sevdalar serde
Bıraktım gerilerde
Kaçar gibi yangından.
Rüzgarların ardından
Baktım da süzgün süzgün
Kurşun yükünü gönlün
Tüy gibi hafiflettim.
Denize hicret ettim.

17 Ocak 2010 Pazar

ben

Ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım.
Yorar beni şu telaş, şu karmaşa.
Bir sığınak aranırken şu uğultuda,
bir aşk gelir, bir yara.
Bir yara…
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.
Kimse bilmez be canım,
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…


Ben ...seni hep ayrılıkla anmışım
Titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını…
Hep adını yazmışım.
Bir aşk gelmiş bir yara.
Bir yara…Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…

16 Ocak 2010 Cumartesi

CHE GUEVARA KİMDİR?

Ernesto Rafael Guevara de la Serna , 14 Haziran 1928'de Arjantin'in Rosario şehrinde doğdu. Devrimci bir ailesi vardı. Henüz iki yaşındayken daha sonraki gerilla yaşamında kendisine büyük bir dert olan astım hastalığına yakalandı. İlkokulu Alta Gracia'da, ortaokul ve liseyi de Cordoba'da tamamladı. Lise yıllarında Marksist düşüncelerle tanıştı. Guevara ailesi 1944'de Buenos Aires'e taşındı. Che burada tıp fakültesine kaydoldu. Aynı zamanda bir çok işte çalışıp ailesine katkıda bulunuyordu.
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/tarih/60604-che-guevara-kimdir.html#post510377

1951'de tıp öğrenimine ara vererek, bir arkadaşıyla birlikte Latin Amerika kıtasını daha yakından tanımak için motosikletle yolculuğa çıktı. Gördüğü yerlerdeki insanların ezilmişliği, sömürü ve zulüm altındaki yaşayışları O'nu çok etkiledi. Düzene karşı savaş düşüncesi artık yavaş yavaş Che'nin beynine yerleşmektedir. Bir yıldan fazla bir süre dolaştıktan sonra Buenos Aires'e geri döndü. Aynı yıl üniversiteyi bitirdi. Daha sonra bir arkadaşıyla birlikte Arbenz hükümetine destek olmak için Guatemala'ya gitti ve burada evlendi. 1954'te Arbenz hükümetinin ABD destekli bir darbeyle düşmesiyle birlikte Meksika'ya gitti. 1956'da Meksika'da Fidel Castro'yla tanıştı ve Küba devrimine katılmaya karar verdi.
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/showthread.php?p=510377

1956'nın Aralık ayında Che, Fidel ve 83 arkadaşıyla birlikte Küba'ya gitti ve Sierra'larda gerilla savaşı başladı. Gerilla birliği içerisinde gerek politik, gerek askeri yetkinliğiyle öne çıktı ve önemli sorumluluklar üstlendi. Küba devriminin başarıya ulaşması için sonsuz emek verdi.

Aralık 1958'de Che'nin komutanlığını yaptığı gerilla birliği Las Villas'a yürüdü. Burada Batista ordusunu yenerek Santa Clara'ya gitti. 2 Ocak 1959'da gerilla birliklerinin Havana'ya girmesiyle devrim zaferle sonuçlandı.
Devrimden kısa bir süre sonra Küba vatandaşlığına kabul edildi. Devrimden sonra da dış siyasetten, ekonomiye, maliyeden, sanayi bakanlığına çeşitli üst düzey görevlerde bulundu. Avrupa, Asya, Afrika ülkelerini kapsayan bir gezi yaparak onlardan maddi-manevi destek aldı. ABD emperyalizminin Küba'ya uygulamaya çalıştığı ambargoyu etkisizleştirdi.
1965 yılına kadar Küba'daki görevlerini sürdürdü. ‘65'in Eylül'ünde Küba'daki tüm görevlerinden ve Küba vatandaşlığından ayrıldığını bildirdi. Vietnam, Kongo, Latin Amerika ülkelerinin çeşitli yerlerini dolaştı.
1966'da Bolivya'ya gitti. Ancak buradaki gerilla faaliyetleri uzun sürmedi.


Che, bir köyde halka açık bir konuşma yaptıktan sonra, köy muhtarının birliği
ihbar etmesiyle 8 Ekim 1967'de El Yuro'da yüzlerce asker tarafından çevrildi.
Bacaklarından yaralanan Che tutsak düştü. Higueras köyünün okuluna götürüldü ve
sorguya çekildi. Hiçbir soruya cevap vermedi. Ve 9 Ekim'de Bolivya
Cumhurbaşkanı'nın emriyle katledildi.




BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER

Bolivyalı küçük asker,
Bolivyalı küçük asker,
sırtında tüfeğin, gidiyorsun
tüfeğin Amerikan malı
tüfeğin Amerikan malı
Bolivyalı küçük asker
tüfeğin Amerikan malı.

Sinyor Barrientos verdi onu sana
Bolivyalı küçük asker
Mister Johnson' un armağanı
kardeşini vurman için
kardeşini vurman için
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurman için.

Kim bu ölü, bilmiyor musun
Bolivyalı küçük asker?
Bu ölü Che Guevara,
Arjantinliydi Kübalıydı
Arjantinliydi Kübalıydı
Bolivyalı küçük asker,
Arjantinliydi Kübalıydı.

En iyi dostundu senin,
Bolivyalı küçük asker,
yoksulların dostuydu
doğudan dağlara kadar
doğudan dağlara kadar
Bolivyalı küçük asker
doğudan dağlara kadar.

Gitarım tepeden tırnağa
Bolivyalı küçük asker
yas tutuyor, ağlamıyor
ağlamak insan işi
ağlamak insan işi
Bolivyalı küçük asker
ağlamak insan işi.

Sırası değil ağlamanın
Bolivyalı küçük asker
ele mendil yakışmaz şimdi
ele tırpan yaraşır
ele tırpan yaraşır
Bolivyalı küçük asker
ele tırpan yaraşır.

Para veriyorlar sana
Bolivyalı küçük asker
alıp satıyorlar seni
bu iş zalimin işi
bu iş zalimin işi
Bolivyalı küçük asker
bu iş zalimin işi.

Vakti geldi uyanmanın
Bolivyalı küçük asker
dünya ayağa kalktı
erkenden doğdu güneş
erkenden doğdu güneş
Bolivyalı küçük asker
erkenden doğdu güneş.

Doğru yolu tutmaya bak
Bolivyalı küçük asker
kolay bir yol değil bu
kolay değil, düzgün değil
kolay değil, düzgün değil
Bolivyalı küçük asker
kolay değil, düzgün değil.

Şunu öğrenmen gerek
Bolivyalı küçük asker
kardeş dediğin vurulmaz
kardeşini vurmaz insan
kardeşini vurmaz insan
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurmaz insan.

muhsin reis


Muhsin Yazıcıoğlu – Üşüyorum Şiiri Sözleri
29

03

2009


BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun 25 yıl önce Mamak Cezaevi’ndeyken yazdığı “Üşüyorum” adlı şiiri…

Üşüyorum

Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum…

Muhsin YAZICIOĞLU



Aşk insanın kalbini doldurmaya yeter mi?

Caddede bir terapist yürüyor; insanları gözlemleyen ve yaşadıkları mutsuzluğun nedenlerini anlamaya çalışan bir terapist.

Dr. Mavi, Aynalar Koridorunda Aşk'ın kahramanı. Hepimizin yaşadığı duygusal karmaşaları tecrübe eden, varoluşun özünü anlamaya çalışan Beyaz, Kırmızı, Gri ve Sarı da. Ve vitrindeki aksini inceleyen yüksek ökçeli kırmızı ayakkabılı kadın, etrafın ilgisini çekmek için sarmaş dolaş gezen sevgililer, önündeki arabayı sollayamayınca kendini değersiz hisseden BMW sürücüsü. Birer varoluş mabedi haline gelmiş kafeler, restoranlar ve buraları dolduran insanlar. Milyonlarca imge. İmgelerde varoluşunu arayan insanlar. Aynada kendini gördüğünü zanneden ama Beyaz'ın söylediği gibi asla görmeyecek olan, restoranda yemek yiyen kadın...

Narsistleşmiş benliğin mabedine hapsolup kendi varoluş gerçekliklerinden uzağa düşenler, içlerindeki boşluğu aşkla doldurmaya çalışıyorlar.

Peki, aşk insanın kalbini doldurmaya yeter mi? Sonsuz sevilme, değerli görülme ihtiyacını duyan insanın kalbini kim nasıl doldurur?

Dr. Mavi, Beyaz, Kırmızı, Gri ve Sarı, rüyaların, gerçeklerin ve aynaların izini sürerek bu sorunun cevabını arıyorlar...

Edebiyat > Roman
TİMAŞ YAYINLARI
Fiyatı:13.50 TL
Yayın Yılı: 2009
231 sayfa
Kitap Kağıdı
13,5x21 cm
Karton Kapak
ISBN:9752636934
Dili: TÜRKÇE

12 Ocak 2010 Salı

hayalimde ki sevgili




kefenler sarilsin topraklar öpsün

--------------------------------------------------------------------------------

senin ak alnindan gök gözlerinden
önce dallar sonra yapraklar öpsün
egilsin yildizlar tutsun elinden
geceler sonra safaklar öpsün

ask diyorlar en mukaddes hayale
ve sen de düsesin bu sonsuz hale
hazdan dudaklarin olsun bir lale
güller karanfiller zambaklar öpsün

sende kemal bulmus renk sekil bicim
yasamanin özsuyusun bir icin
olunca sularin sagligi icin
seni her gün göller irmaklar öpsün

kumral saclarin nisan yagmuru
yazin ak yüzünden gölgenin moru
agzindan en serin hem de en duru
kayalardan akan kaynaklar öpsün

cimenler oksasin ayaklarini
cicekler koklasin parmaklarini
ben öpmeden önce yanaklarini
varsin teller tüller duvaklar öpsün

kiskanclik cakili kaziktir serde
bölünsün rüya en tatli yerde
seni canli kullar öpmesinler
kefenler sarilsin topraklar öpsün

a.r.karakoc

11 Ocak 2010 Pazartesi

Göğe asılı bıraktığın bu sağnak nice gönül tarlalarından “hû” filizlendirdi.
Kâinat vecde durdu.
Ve… dünya elifle dönüyor yürekler elife dönüyor.
Aşk vesile…
Dünyaya alıştım alışalı denizi çakıl taşlarından tanıdım.
İçimde ney seslerini büyüttüm.
Belli ki yine bu ıssız limanda fırtına kopacaktı.
Bir muammalı vakitti oysa ki yalnızlıklar.

Aşkın tarifini sordum göçen kuşlara. Dediler göç…
Dediler yanmaktır yaklaştıkça…
Onun kaynağından tadan divanedir sonra…

Sonra bir şair kesti yolumu… “En yüce bir düştür benim aşkım.
Görmeye değmez ki küçük düşleri” dedi ve ekledi: “Mecnun değilsen sus!…”

Bense güneşin kol gezdiği ufuklar hayal ederdim alkımlı dünyamda aşka dair…
Düşlerim en kudsi duygularla bezenmişti oysa.
Meğer küçük düşlerle avunmuşum…

Muhayyel sevdalar bürüyor yüreğimin pencerelerini.
Herbiri tül herbiri hür.
Hiç dokunulmamış hiç yaşanmamış.
Hikâyelerine hayal meyal tanıklık ettiğim…

Bu efsane hikâyeler sürüldü masama.
Bense özgün sözlerin tadına alışıktım.
Benim taatim tahiyyatimdi Rab’le…

Dünyanın perdesini şöyle bir aralayınca aşka dair birçok şeyin öylesine ortalığa savrulmuş olduğunu hissettim ki; tanınmayacak haldeydi.
Kadın olmuştu para makam nefs hırs menfaat sömürü olmuştu.
O kutsalı aralarından arındırmak öylesine zordu…
Kalan son sevgi sözlerini topladım avucuma… doldurmuyor bile!
Dilden çıkıp ancak kulağa kadar varabiliyordu; yüreğe değil…

Aşka belki bir adım belki asırlar vardı amasevgiyi diri tutmaktı yaşatabilmekti esas olan.
Ucuzcular pazarından kurtulup sultanlar sofrasına hizmetli olabilmekti…
İflah olmaz aşk kisvesini giyebilmekti.
Gönülde maya tutup aşka onu göklere armağan edebilmekti…. uçurtmalara…

Celal-i Didar’a yâr olabilmekti benim en gerçek düşüm…
Sen ezelî ve ebedî arzsız arşsız cennet ve cehennemsiz öylesine bir sevdasın ki diyebilmekti…
Mevlânaca bir tavır koyabilmekti.
Naz makamına ulaşmayı gönül hedefinin tam ortasına yerleştirebilmekti…
Ruhum firdevslere kayarken dünyanın sahte makyajı bulaşıyor yüreğime.
Her renk bir adım daha ulaşılmaz kılıyor seni.

Ey ulaşılmaz Matlubum!…

Hırçın dalgalar Kahhar ismini vuruyor dünya sahiline güller Cemal isminle raksa başlıyor bir seher kuşlar Nur ismini zikrediyor bir şafak kızıllığında…

Bense Vedud cografyasında ’seven’ şahsında talibi oynamaktayım.
Belki adaylığın adaylığına bile lâyık değilken;

“Bende Mecnun’dan fusun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık benim Mecnun’un ancak adı var…”

diyebilme cürekârlığına koşmaktayım…

Belki sadece içimdeki boşlukta çırpınıp durmaktayım…
Ey Rab! Sana ulaşmak sensizlikte kaybolmak nedir anlatayım mı?
Kum fırtınasında çölde sağanaklara aşk olmaktır!…
Dünya elifle dönüyor yürekler elife dönüyor… Aşk..
“Bende Mecnun’dan fusun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık benim Mecnun’un ancak adı var…”

AŞIK-I SADIKIN AKLINDAN GEÇENLER


Çok merak ediyorum aklımdan çıkmayanım.Kimsin sen yani asıl sen kimsin? İçinde gizlediğin sen kimsin.Biliyorum öğrenmek istediğime sen bile sahip değilsin ama yinede karşı konulamaz bir istekle tekrar tekrar soruyorum cevap vermeme ihtimaline rağmen binbir umutla ve özlemle cevap alma isteğiyle soruyorum sen kimsin?
En azından şunu bilmeme izin ver neredesin şimdi hangi uzak köşesindesin dünyanın.
Dikkat ettiysen sormadım hangi alemde dolaşıyor şimdi ruhun o grift düşüncelerin daha kolay bir soru sordum neredesin tam olarak.
Kolaydır çünkü insanın sevdiğine ulaşması çoğu zaman yerini bilmesi bile gerekmez gözleri açıkken hayali önünde durur o melek yüzlünün.Kapalıyken daha kolaydır ona ulaşmak zaten aklından çıkmayan tek şeydir o kapanır kapanmaz beliriverir sureti önünde.merak ediyorum hangi kara parçasının üzerindeki hangi insan yapısının içindesin veya dışardaysan hangi mahallenin hangi sokağındasın?
Niye soruyorum bu soruyu biliyor musun?
Çünkü bir sözün değil en ufak bir işaretin yeter beni yerimden kaldırmaya yeter bir tek mimiğin beni senin peşinden sürüklemeye sen yeter ki gelmemi iste koşarak gelirim,uçarak gelirim gerekirse bırakır gelirim herşeyimi bu tarafta.Sen den kıymetli ne olabilir ki bu dünyada Ahirete götüreceğimde sensin kabul edersen sonsuzluğuda beraber yaşarız sonsuz sevdam muktedir buna inan.
Bekliyorum arıyorum.İnan o kadar derin ki sana muhabbetim neden bilmem.Şimdi gelirim çağırmasan bile ama yok olur biterim beni buyur etmezsen yanına dayanamam ölürüm belki de sevemem başkasını da bir daha sen kadar.Bu sonuçlara katlanırım da sevdiğim.Yine de bunu yapma bana lütfen.
Çağır geleyim bu mutluluğu çok görme ikimize ya çağır yada bana unuttur kendini.Fakat şunu iyi biliyorum unutturman imkansıza yakın bir şey ne olur sen kolay seçeneği seç.
Ama bu gün ama yarın ama bir ay sonra hatta bir yıl sonra istersen beş yıl, on yıl sonra hatta dünyadan ayrılmama saniyeler kala bekle beraber olacağım bir olacağım ben sen sen ben olacaksın hemhal olacağız ayrılmayacağız son saniyelerde bile dersen beklerim senin için kendim için yeni bir aşk hikayesi yazılsın diye beklerim.
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar
Şairin beklediği gibi beklerim ama bekletme şiirin devamını yazdırma bana ne olur...
Mehmet ali arıcı
12.01.2010 nevşehir il özel idaresi loj.

eski ve yeni yazılarım ve değerli yazarların yazıları ve kendime ait anılar için edebiyat ağırlıklı bir site oluşturdum edebiyat sevdalılarına burdan duyurulur.ticari maçlı bir site değildir.aşağıda linki veriyorum yorumlarınızı bekliyorum.
http://www.danielbravery.blogspot.com